Sunday, November 06, 2005

İlk Everest Ekspedisyonları



Bu yazım Atlas Macera'da yayınlanmıştı. Fotoğraflarda George Mallory ve yıllar sonra bulunan cesedi görünüyor.



Tırmanışın yarı kör ve yorgunluktan bitmiş durumdaki lideri Edward Norton, kalan son gücünü kullanarak Mallory’nin kararını değiştirmeye çalışıyordu. Günlerdir insanların asla yaşayamayacakları ve o ana dek ayak basmadıkları yüksekliklerde, kar, rüzgar ve soğuk hava ile boğuşmuş, dünyanın en yüksek zirvesine erişmek için uğraşmışlardı. Zirveye sadece 250 m altından baktıktan sonra, 7000 metrenin üzerindeki kuzey geçidi kampına yoldaşı Somervell ile kendilerini dar atabilmişlerdi. Neyse ki üç arkadaşları buradaydı da ilk yardım ve bakımları yapılabilmişti.

Norton’un ikna etmeye çabaladığı George Mallory birkaç gün içinde bir zirve denemesi yapacaktı. Ancak yanına liderinin önerdiği gibi deneyimli ve sağlam arkadaşı Noel Odell’i değil, bir boğa kadar güçlü ancak çok daha genç ve deneyimsiz Andrew Irvine’i almayı kafasına koymuştu.

Mallory için zirve artık kişisel bir konu olmuştu. Everest konusunda ondan daha deneyimli kimse yoktu. Dört yıldan beri eşi ve üç çocuğunun yüzünü doğru dürüst göremeden, hiç sevmediği bir ülkede, sevgi-nefret ilişkisiyle bağlandığı bir dağa çıkmak için kendini paralamaktaydı. Neredeyse bütün uygar dünya onun adını Everest ile özdeşleştirdikten, yetmiyormuş gibi konferans turlarıyla bu izlenimi daha da pekiştirmişti. Hamisi ve idolü sevgili Winthrop Young’ın taktığı yenilmez şövalye Sir Galahad ismine nasıl layık olmanın, bu lanet labirentten çıkmanın tek yolu, birazcık inançla ve gayretle zirveye ulaşmaktı. Peki ama Odell’in canını dişine takacağı ne belliydi? Oysa Andrew ile aralarında büyük bir bağ vardı ve vazgeçmeden sonuna kadar gidebilirlerdi. Böylelikle, kendisi gibi Oxford mezunu entellektüel bir centilmene, sürüsüne bereket Şerpaların üçü beşi öldü diye hesap soran gazetecilere haddini bildirmiş olurdu.

*****

Himalayalar’ın keşfi ve ilk tırmanışlar İngiliz emperyal anlayışının, kendi toprakları olarak gördüğü coğrafyayı tanımak istemesiyle ortaya çıkmış; macera, kahramanlık, bilimsel araştırma, fethetme gibi alt amaçlarla güçlenmiştir.

19. yüzyılın ortalarında İngiliz Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun örgütlediği Hindistan Araştırması (India Survey) adı verilen büyük bir projeyle Avrupalılar için o tarihlere kadar bilinmez olan Asya’nın önemli bir bölümü tanınmaya çalışılmış, dünyanın belli başlı yüksek dağları bu dönemde keşfedilmişti. Dünyanın en yüksek dağı olduğu belirlenen Chomolongma’ya da, araştırmanın önemli yöneticilerinden ve Hindistan Coğrafya Kurumu başkanlığı da yapmış olan Sir George Everest’in adı konmuştu.

1865 Matterhorn tırmanışı ile birlikte Alpler’de belli başlı büyük zirvelerin tırmanılmış olmasına ve Himalayalar’ın henüz çok az da olsa tanınmaya başlamasına paralel olarak, yüzyıl sonuna doğru salt dağcılık amaçlı tırmanışlara da rastlanır Himalayalar’da. Bunların en bilineni, döneminin en başarılı dağcısı olarak görülen Albert Mummery’nin Nanga Parbat denemesidir (1895). Mummery, eşdeğeri ancak 75 yıl sonra, Messner ve Habeler tarafından Gasherbrum’da başarılabilen bu alpin stil sekizbinlik denemesinde hayatını kaybetmiştir

Himalayalar’da 20. yüzyılın başında Abruzzi dükü Luigi Amedeo, Tom Longstaff, Alexander Kellas gibi kimi zengin maceracı veya bilimadamlarının faal olduğunu görürüz. Longstaff’ın 1907’de tırmandığı Trisul zirvesi (7120 m) tırmanılan en yüksek zirve olma rekorunu 21 yıl korumuştur.

Aynı yıl Hindistan Valisi Lord Curzon Kangchenjunga veya Everest’e tırmanma fikrini ortaya atar. Alpine Club’ın zengin bir üyesi olan A.L. Mumm organizayonu ve masrafları üstlenir, bu tırmanış aynı zamanda kulübün 50. yılı şerefine yapılacaktır. Mumm kendisine Himalaya deneyimli iki önemli yardımcı seçer; Tom Longstaff ve Charles Bruce.

Mumm’ın son derece ilginç fikirleri vardır; madem yükseklerde oksijen azalmaktadır, o halde onlar da küçük oksijen şişeleri taşımalıdırlar. Bir dağcılık ekspedisyonunda oksijen şişeleri taşınması öylesine yabancı bir fikirdir ki, ekip üyeleri arasında bile bu konu bir tür şaka olarak kabul edilir. Ne çare ki, bu renkli grup Tibet’in içine girme izni alamaz, ekspedisyonun hedefi değişir ve çok daha önemsiz tırmanışlarla geçiştirilir.

Bu dönemin ilginç figürlerinden ve adı az bilinen gerçek öncülerinden biri Dr. Alexander Kellas’dır. Tıp öğrencilerine kimya öğreten tutkulu bir bilimadamı olduğu kadar, tutkulu bir dağcı olan Kellas yüksek irtifanın insan vücudu üzerindeki etkilerini araştırmaktadır. Kellas’ın 1911’de tırmandığı Pauhunri zirvesi, dünyada tırmanılmış dördüncü 7000’lik dağdır. Sonraki tırmanış denemelerinde kendi geliştirdiği ilkel oksijen aparatlarını kullanan Kellas’ın yüksek irtifa dağcılığına katkıları oksijen tüpleri ile sınırlı kalmaz. İlk yolculuğunda kullandığı İsviçreli rehberlerin performansından memnun kalmayan dağcı bilimadamı, dağlarda yaşayan ve yüksek irtifada çok hızlı ve güçlü olduğunu farkettiği yerli bir kavimden faydalanmayı düşünür. Bunlar, Nepal’in dağlık bir bölgesinde yaşayan Şerpalardır.

1920’ye doğru artık orta yaşa gelmekle birlikte deneyimine güvenen Kellas gizliden gizliye Tibet yönünden Everest’e bir deneme yapmayı istemektedir. Bu amaçla resmi bir İngiliz ekspedisyonu düzenlenmesi fikrinin ortaya atılması Kellas’ın planlarını rafa kaldırır.


1921 Everest Ekspedisyonu

Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Himalaya dağcılığı sadece tırmanış değil keşif amacını da taşıyordu. Himalayalar’la ilgili çok az şey biliniyordu ve bilinenler bilinmeyenleri görme arzusunu daha çok kamçılıyordu. 1920’lerdeki ilk Everest ekspedisyonlarının Alpine Club ile Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun ortak girişimi olması yeterli bir göstergedir sanırız.

Kraliyet Coğrafya Kurumu ekip lideri olarak Kellas’ı önerirse de, Alpine Club başkanı Farrar açıkça büyük bir haksızlık yaparak, Kellas’ın hiç dağa tırmanmadığını, yalnızca derin karda yüklü olarak yürüdüğünü söyleyerek onun liderliğine karşı çıkar. Dünyanın sayılı birkaç yüksek irtifa dağcısından biri olduğu halde, inanılmaz bir haksızlığa uğrayan zavallı Kellas ekibin sade bir üyesi olmaya razı olur. Bu sırada Everest’e tırmanmaya çalışırken hayatını kaybeden ilk insan olacağını düşünmüş müdür bilinmez.

Ortak Komite, ekspedisyona sade bir hedef gösterir; amaç Everest’e çıkmaktır, keşif ve bilimsel araştırma yönü ikinci planda gelmektedir. Amaç ortaya konmuştur ama ekibin ortaya konması o kadar kolay olmaz, Marcel Kurz, George ve Max Finch isimleri gündeme gelir ama çeşitli nedenlerle ekibe katılamazlar.

Sonunda iki yıllık bir plan yapılır. İlk yılda olası rotalar belirlenecektir ki bu konuda hemen hiçbir şey bilinmemektedir, ikinci yıl ise tırmanış yapılacaktır. Lider olarak General Charles Bruce düşünülür. Ancak Bruce’un resmi görevi onu bu ekspedisyondan mahrum eder. Sonunda ekspedisyonun liderliği, zengin bir gezgin olan Yarbay Charles Howard-Bury’ye verilir. Tırmanış ekibi ise Harold Raeburn liderliğinde Kellas, George Mallory, Guy Bullock ve bir doktordan oluşacak, ayrıca Hindistan Araştırması adına iki dağcı Morshead ve Wheeler de ekibe katılacaklardır.

Kellas’ın önerisiyle Şerpa ve Bhotia taşıyıcılar tutulur. Ekip, ordu katırlarıyla yola çıkar. Nepal Krallığı, topraklarında yabancıların bulunmasına izin vermediğinden Sikkim’in cangıllarından Tibet’e ulaşmak hedeflenmektedir. Ordu katırlarının işe yaramadığı kısa sürede anlaşılır. Onların yerine yaklar ve dağ katırları bulunur.

Yola çıkalı henüz iki hafta olmuştur ki, ekibin, gerek yüksek irtifa sorunlarını gerekse Everest’in olası rotalarını bilen tek elemanı Kellas kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder. Raeburn’un sağlık durumu da parlak değildir. Başka bir ölümle daha karşılaşmak istemeyen doktor, Raeburn’u geriye gönderir. Ekibin en deneyimli iki Himalaya dağcısı bir anda kaybedilmiştir.

Mallory tırmanış lideri olur. Zaten ekipte tırmanacak yalnızca o ve onun önerisiyle son anda ekibe katılan okul arkadaşı Bullock kalmıştır. Kimse onların Britanya’nın en iyi dağcıları olduğunu iddia edemez. Ortaya çıkışları ilk Everest ekspedisyonlarındaki yönetim zaafının bir göstergesidir.

Sonradan dağcılık tarihinin kült isimlerinden biri olan Mallory, aslında sınırlı bir dağcılık deneyimine sahiptir. Genç yaşta entelektüel dağcı Geoffrey Winthrop Young ile tanışan ve Alpler’de kimi önemli sayılabilecek tırmanışlar yapan Mallory çok güçlü ve hırslı olarak tanınmakla birlikte döneminin en iyi dağcıları arasında görülmüyordu, üstelik Himalayalar’da hiç tecrübesi yoktu. Buna karşılık Mallory ve Bullock keşif görevini gayet iyi başarırlar ve kuzey geçidine kadar yükselip kuzey sırtını olası bir zirve yolu olarak belirlerler.

Ekibin karşılaştığı neredeyse komik bulunabilecek türlü olaylara, Howard-Bury’nin kendisine yaptığı ilkel karanlık odada kullandığı kimyasallardan zehirlenmesi, Mallory’nin keşif tırmanışlarından birini fotoğraf plakalarını yanlış yerleştirdiği için tekrarlaması gibi büyük aksiliklere rağmen ekip amacına ulaşmıştır. Mallory, kuzey geçidinde yediği rüzgarın etkisinde kalmıştır, eğer giyim kuşamı daha düzgün olsa zirve yapma şansı olduğunu düşünmekten ve “bir dahaki sefere daha kalın kazaklar getirmeliyiz” demekten kendini alamaz.

1922 Everest Ekspedisyonu

Yedi ay aradan sonra İngiltere’ye dönen ekibin bulguları heyecan uyandırır. Sıra artık zirveye ulaşılmasına gelmiştir. Bu kez General Bruce liderliği üstlenir. Bruce ekibinde gerçek dağcılar istemektedir. Mallory ile birlikte, dönemin en iyi alpinisti olarak kabul edilen George Finch, bu kez tırmanıcı olarak gelen Morshead, Edward Norton ve Howard Somervell tırmanacaktır. General’in yeğeni Yüzbaşı Geoffrey Bruce ve fotoğrafçı Yüzbaşı John Noel görevli olarak katılmakla birlikte tırmanmak niyetindedir. Sirdar Gyaljen liderliğinde çok sayıda Şerpa ile takviye edilen bu güçlü ekipte teknik danışman kimliğiyle Longstaff da bulunmaktadır.

Everest ekspedisyonu kamuoyunda büyük yankı uyandırır. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin danışmanı fizyolog Prof. Dreyer, Everest Komite’sini mutlaka oksijen tüpü kullanmaları konusunda uyarır. Bu amaçla, Finch’in de bulunduğu bir alt komite kurulur ve geliştirilen oksijen aparatları basınç odalarında simülasyon yapılarak test edilir. Ekipteki tırmanıcılardan bazıları, ki başlarını Mallory çekmektedir, oksijen kullanımına etik, estetik ve teknik nedenlerden dolayı soğuk bakar. Aparat çok ağır, kullanışsız, hantal bulunmakta, dağ ve insan arasındaki ilişkiyi zedelediği düşünülmektedir. Başlangıçta kararsız olan Finch ise yapılan deneylerden etkilenir ve oksijenin mutlaka kullanılması gereğine inanır.

Mayıs ayının 21’inde 7600 metre kampından hareket eden ve oksijen kullanmayan dört dağcı Mallory, Somervell, Morshead ve Norton kuzey sırtını tırmanmaya koyulur. Bir süre sonra yorulan Morshead geri döner, diğer üçü 8170 metreye ulaşmayı başarır ve daha fazla ilerleyemeyerek dönme kararı alırlar. Ağır, yorucu ve acı veren bir iniş olur, bin bir zorlukla hayatta kalmayı başarırlar. Zirveye ulaşılamamış ama bir irtifa rekoru kırılmıştır.

Bu sırada diğer ekipte Finch, G. Bruce, Noel ve Gurkha Tejbir oksijen kullanarak çıkışa geçerler. 7800 metrede bir kamp kurulur, Noel buradan taşıyıcılarla birlikte geri döner. 27 Mayıs’ta Tejbir de geri döner, Finch ve Bruce devam ederek sırttan kuzey yüzüne girerler, geri dönmeden önce 8310 metreye ulaşarak yeni bir irtifa rekoru kırarlar.

7 Haziran’da Mallory kalabalık bir grupla yeni bir denemeye girişir. Ancak kısa bir süre sonra kopan bir çığ ile yedi Şerpa hayatını kaybeder. Bu kaza ekspedisyonun sonu olur, zirveye ulaşılamamıştır ama zamanın yükseklik rekorları kırılmıştır; en yüksekte oluşturulan kamplar, oksijenli ve oksijensiz ulaşılan en yüksek irtifalar...

1924 Everest Ekspedisyonu

Tibet hükümeti 1924 için yeni bir izin verir. Bir kez daha General Bruce’un liderlik yaptığı ekipte bu kez Mallory, Somervell, Norton, Geoffrey Bruce, Noel yine bulunmakta, ayrıca Bentley Beetham, J. De V. Hazard, Noel Odell ve güçlü fakat henüz dağcı bile denemeyecek kadar deneyimsiz, 22 yaşında bir genç olan Andrew Irvine yer almaktadır.

Önceki ekipten Finch bu kez yoktur. Kullandığı rota nedeniyle Everest Komitesi’yle tartışmış ve buna kızarak 1924 ekspedisyonuna katılmayı reddetmiştir. Mallory de ikirciklidir. 1922 kazasından kendisini sorumlu tutmaktadır. Üstelik kimi gazeteciler de aynı fikirdedir ve Mallory’yi açıkça eleştirmişlerdir. Huzursuzluğunu gizleyemediğinden olsa gerek General Bruce’un yardımcılığı Mallory’ye verilmez, bu görevi Norton üstlenir. Oysa hem önceki iki ekspedisyona birden katılmış, hem de konferans turlarıyla bütün ülkeyi dolaşarak kamuoyunda çok tanınan bir isim olmuştur.

Artık ekibin tek amacı zirvedir. Etik ve estetik değerler üzerinde fazlaca kafa yorulmadan tüm ekibin oksijen kullanması karara bağlanır.

Tırmanış planında kuzey geçidinden sonra üç ara kamp kurulması hedeflenmektedir ancak koşullar buna izin vermez. Yine de 8150 metreye bir çadır kurulabilir. 4 Haziran’da Norton ve Somervell kuzey yüzünden zirve denemesine girişir, bir süre sonra Somervell rahatsızlanarak devam edemez hale gelir, Norton kuzey yüzünü geçerek 8573 metreye ulaşırsa da gerek gözlerindeki problemden, gerekse zamanın ilerlemesinden sakınarak geri dönmeye karar verir, bu arada 30 yıl süre ile kırılamayan yeni bir irtifa rekoru kırmıştır.

Norton ve Somervell; biri yarı kör diğeri çok hasta ve yorgun olarak, karanlıkta kuzey geçidindeki kampa inmeyi başarırlar. Burada Mallory, Odell ve Irvine bulunmaktadır, ilk yardımları ve bakımları yapılır. Mallory burada yeni bir girişime, yanına genç ve tecrübesiz Irvine’i alarak zirveyi denemeye karar verir. İrtifa rekorunu bir daha kırılamayacak, ancak egale edilebilecek bir noktaya yükseltme kararlılığındadır. Geçici körlüğün etkisinde olan Norton bu denemeyi Irvine yerine Odell ile yapmaya ikna etmeye çalışırsa da sonuç alamaz, Mallory ekip liderini dinlemeyi kabul etmez.

Mallory ve Irvine 8 Haziran’da zirve denemesine koyulurlar, aynı gün Odell sondan bir önceki kampa tırmanır ve sislerin dağıldığı bir anda arkadaşlarını o anda olmaları gereken noktanın çok gerisinde kısa bir süre için görür. Bu, Mallory ve Irvine’in son görünüşüdür.

***

Mallory ve Irvine’in zirveye ulaşıp ulaşmadıkları uzun süre dağcılık tarihinin en büyük bilinmezlerinden biri olmuştur. Bundan birbuçuk yıl önce, yani ölümlerinden tam 75 yıl sonra, özel bir araştırma ekspedisyonu Mallory’nin cesedini buldu. Bulgular Mallory ve Irvine’in zirveye ulaşmış olmaları olasılığını çok azaltıyor. Mallory’nin cesedinin bulunmasının ardından konu ile ilgili üç kitap birden yayımlandı. Dağcılık tarihçileri Mallory ve Irvine’in zirve şansını tartışarak ince hesaplarla dolu çeşitli hipotezler ortaya koydular. Şu andaki bilgi düzeyimizle, zirve yapamadıklarını kabul etmek en akılcı seçenek gibi görülüyor, Mallory’nin 1924’de Everest’in zirvesine ulaşamadan hayatını kaybettiği anlaşılıyor, buna karşılık aynı adı taşıyan torunu George Leigh Mallory II 1995’te Everest’in zirvesine ulaşmayı başarmış ve bir anlamda ailenin yarım kalan işini tamamlamayı başarır.

George Leigh Mallory, İngiliz emperyal anlayışının bir temsilcisidir. Belki de bu yüzden niçin Everest’e tırmanmayı amaçladığını soranlara, sonraları altında çok keramet aranan ünlü yanıtını vermiştir; “çünkü, o orada”.

Dağcılık bir süre sonra ırkçılığa yakın ölçüde aşırı milliyetçi bir gösteri alanı olacaktır. Ancak bundan önce, üst sınıf mensubu bir romantik olan Mallory benzer bir süperinsan kültünden beslenmiş, İngiliz kahramanlığının temsilcisi olmak isterken hayatından olmuştur. Yanında kendisine hayran bir genci de sürükleyerek…

Himalaya Keşif ve Kaşifleri


Fotoğrafta Fransız alpinist Jean Christophe Lafaille bir Himalaya tırmanışı sırasında görülüyor.

Hima: kar
Alaya: ev
Himalaya: karın evi

Himalaya adında dağlık bir bölgenin varlığı, dış dünya tarafından Orta çağlardan beri, İpek Yolu ve diğer antik yollar ile 17. yüzyılda Tibet’e sızan cizvit misyonerler sayesinde biliniyordu. Buna karşılık uzunca bir süre ne araştırıldı ne de dağların ne denli yüksek olduğu konusunda fikir sahibi olundu.

Dünya’nın Himalaya ile ilk detaylı tanışması 1808 yılında Webb, Raper ve Hearsey’in yukarı Bhagirathi ve Alaknanda bölgesine yaptığı keşifle oldu. Webb’in Dhaulagiri’nin yüksekliğini ovada kurduğu dört ölçüm istasyonunda yararlanarak 8187 m olarak hesaplaması kendini bile şaşırttı. O ana dek dünyanın en yüksek dağlarının Andlar olduğu düşünülüyordu.

1817’de Gerard kardeşler Zaskar bölgesine bir keşif gezisi düzenlediler ve Leo Pargial’de 5880 m.ye ulaştılar. Dr. J.G. Gerard 6218 m olarak hesaplanan bilinmeyen bir zirveye tırmandı ve büyük olasılıkla dünyada o ana dek çıkılmış en yüksek noktaya ulaştı.

Adolphe ve Robert Schlagintweit, 1855’de Tibet’ten Garhwal’e geçerek Ibi Gamin dağlarıyla karşılaştılar ve 7756 m.lik Kamet zirvesine başarısız bir tırmanış denemesine giriştiler. Ulaştıkları 6800 m. uzun süre ulaşılan en yüksek irtifa olarak kaldı.

Her ne kadar Schlagintweit kardeşlerin amaçları bilimsel bir keşif gezisi düzenlemek idiyse de, kendileri aynı zamanda deneyimli dağcılardı ve girişimleri gerçek bir tırmanışın tüm unsurlarını taşıyordu. Temel amaç “zirveye ulaşmanın getireceği tatmin” idi, bu nedenle bu faaliyet Himalaya’daki ilk sportif tırmanış olarak da değerlendirilir. Sonraları bu dağın Kamet değil Abi Gamin (7335 m) olduğu ortaya konmuştur.

Schlagintweit kardeşlerin böylesi bir hata yapması şaşırtıcı görünebilir ancak her ne kadar İngiliz Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun büyük Hindistan Araştırması başlayalı epeyce olmuşsa da, o tarihte Himalaya’nın büyük kısmı haritalarda boşluk olarak gösterilmekte, ancak kulaktan kulağa gezginlerin anlatımları sayesinde bilgi edinmek mümkün olmakta idi. Öyle ki Karakurum ve Kun Lun sıradağlarının birbirinden bağımsız sıradağlar olduğu dahi ilk defa Schlagintweit kardeşler tarafından gösterilmişti. Sıradağların dahi birbirine karıştırıldığı bilgi düzeyinde, zirvelerin karıştırılmasını çok doğal karşılamak gerekir. Aynı nedenle Himalaya’da yapıldığı idia edilen bir çok ilk çıkış, daha sonraki dönemlerin kaşif ve dağcıları tarafından reddedilmiştir.

1846’da Hindistan Araştırması kapsamında Himalaya’nın eteklerinde trigonometrik ölçüm istasyonları kurulmaya başlandığında dünyanın en yüksek dağının burada olduğundan kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Nitekim 1852’de Everest (8848 m), 1858’de K2 (8611 m) keşfedildi.

Trigonometrik ölçümler Himalaya’nın dışından yapılmak zorunda idi çünkü bağımsız küçük Himalaya krallıkları sınırlarından içeriye yabancıları kabul etmiyordu. Maceracı bazı İngilizler bu durumu bir meydan okuma olarak kabul ederek yasak bölgeleri keşfetme çabasına giriştiler, ancak bir çoğunun sonu işkence veya ölüm oldu.

Bu çabalar arasında William Henry Johnson’ın 6400 m. yükseklikte kurduğu ölçüm istasyonu ve 6800 m.ye yaptığı tırmanışı özellikle saymak gerekir. Johnson daha sonra 1865’de Kun Lun’a bir yolculuk yapmayı başararak KCK’ndan bir altın saat ödülü almıştır.

Johnson bu yolculuğu sırasında Kun Lun’da üç zirveye tırmandığını iddia etmiştir. Bunlardan biri olan K5 (Muztagh) 7280 m.lik yüksekliğiyle o ana dek tırmanılan en yüksek dağ idi. Ancak daha sonra bu dağın Muztagh değil Zokputaran (6900 m) olduğu konusunda görüşler ileri sürülmüştür.

Alpinizm’in Altın Çağ’ının doruğa vardığı 1865 yılında, araştırmacılar ve yardımcıları, 6000 metrenin üzerinde 35 zirveye tırmanmışlar, bunun yanı sıra zirveye ulaşmayan başka pek çok tırmanışı gerçekleştirmişlerdi.

Hindistan Araştırması döneminin bir başka hatalı verisi de Shilla dağının 7025 m. olarak hesaplanmasıydı, döneminin irtifa rekoru olan bu yükseklik sonradan 6400 m. olarak düzeltildi.

1879’da Macar dağcı Maurice de Dèchy, rehber Andreas Maurer ile birlikte Sikkim’e geldi ancak malaryaya yakalanmasından sonra Himalaya’yı bırakıp Kafkasya’ya yöneldi.

Kısa bir süre sonra Sikkim araştırmasında görevli H.J. Harman Chomiomo’yu denedi ancak adamları kendisini izlemeyi reddettiği için girişimi yarıda kaldı. Bununla birlikte Dongkya La geçidinde açıkta geçirdiği bir gece önce donuklara daha sonra hastanede ölümüne yol açtı.

1883’de pür dağcılık amaçlı ilk adam William Woodman Graham geliyor. Ardından sanat tarihçisi, yazar ve Kutsal Kase’nin arayıcısı olan William Martin Conway (ilk gerçek tırmanış rehberinin yazarıdır). Conway’in yol gösterdiği Mummery, Eckenstein ve Bruce ardından gelir.

Mehmet Gülbiz’in Katli

Bir eğitim için Eskişehir'deydim. Televizyonu karıştırırken fotoğrafçı Mehmet Gülbiz'in katledildiğini öğrendim. Mehmet'le başka bir dostun İskender Iğdır'ın ölümünden sonra tanışmış ve ne yazık ki fazla vakit geçirememiştim. İzleyen günlerde gazetecilik adına türlü rezillikler yaşandı. Bu gelişmeleri çok iyi özetlediğini düşündüğüm, Mustafa Alp Bengi tarafından yazılmış bir yazıyı alıntılıyorum.

Mehmet Gülbiz’in ve gazeteciliğin katli

Mustafa Alp Bengi

Bir insan öldüğünde mahremiyeti ortadan kalkar mı? Özel hayatın gizliliği ilkesine uyma yükümlülüğünden “kurtulur” mu gazeteciler ve gazeteler ve televizyonlar?
Türkiye’de gazeteciler ve medya, özel hayatın mahremiyeti, kişi hakları, temel gazetecilik ilkeleri gibi düzenlemeleri ilk fırsatta kurtulunması gereken kısıtlamalar olarak görüyor. Leş kargaları gibi bekliyorlar ve o “fırsat” çıktığında üşüşüyorlar.
İranlı bir kız tarafından hunharca öldürülen fotoğrafçı Mehmet Gülbiz’le ilgili çıkan hikayeler tam da bu durumu yansıtıyor; özellikle Sabah’ın, Hürriyet’in ve Kanal D’nin meseleyi ele alış biçimi.
Başı çeken, tabii ki, muhbir mi, muhabir mi, yoksa başka bir şey mi olduğu belli olmayan Savaş Ay’dı. Savaş Ay, iki gün arka arkaya bu cinayetin hikayesini yazdı. Pazartesi günü (7.2.2005) Sabah’ın birinci sayfasından “Cinayeti yatak odasındaki fantezi kamerası çözdü” başlığıyla verilen haber müsveddesinde iki şey gözümüze sokuluyor.
Bu iki şeyden ilki, haber müsveddesinin neredeyse üçte birini oluşturan giriş bölümündeki polis “yalakalığı”. İkincisi de, cinayet haberiyle ilgisi olmayan, iki kişi arasındaki mahrem ilişki; müstehcenlik.
Polis yalakalığında, cinayetle ilgilisi olmayan “ayrıntılar” var: İstanbul emniyet müdürünün Beyoğlu emniyet müdürüne “En kısa zamanda bu işi aydınlatın” diye talimat vermesi (Vermese aydınlatmayacaklar mı yani, işleri bu değil mi?), sonra Beyoğlu emniyet müdürünün en güvendiği amirlerini toplayıp “Bu işi çözün” diye talimat vermesi...
Polisin başarısını tartacak değilim, işlerini yaptılar ve kızı yakaladılar. Savaş Ay’ın anlatmadığı ya da bilmediği, aslında ilgilenmediği bir şey: Mehmet Gülbiz’in arkadaşları o kadar fazla bilgi, hatta delil ve hatta neredeyse adres verdiler ki, polisin kızı yakalayamaması “başarı” olurdu.
Ama biz Savaş Ay’ın başarısına ve fantezilerine dönelim... Tamamen palavra olan şu “bilgileri” nasıl usta bir gazeteci, hatta bir edebiyatçı gibi süslemiş, okuru olayın geçtiği atmosfere sokmuş bir bakalım: “Aralarında kısa zamanda çılgın bir aşk başladı.” (...) Sonra “Acem ırkının bir timsali olabilecek düzeyde güzelliğe sahip” Parisa Hollandalı bir gençle (boşanmış, iki çocuklu birinden bahsediyoruz, ne kadar genç, bilmiyorum ben de) tanıştı ve “Mehmet’i terketti ve Hollandalı gencin yanına yerleşti. Mehmet bunu haber alınca çok üzüldü, öfkeden deliye döndü. Tüm ısrarlarına rağmen kendisiyle görüşmek istemeyen Farisa’ya (Savaş Ay ısrarla Farisa diyor, ama kızın adı Parisa) sonradan hayatının hatası olacak bir rest çekti: ‘Bana dön. Yoksa fotoğraflarını internet üzerinden bütün porno sitelerine dağıtırım...’”
Ancak Türk medya çöplüğünde iş bulabilecek olan gazeteci müsveddesi Savaş Ay, katil olduğunu itiraf eden birinin iddialarını gerçekmiş gibi yazabilecek gazetecilik tıynetinde biri.
Birincisi, Mehmet Gülbiz, Parisa’ya “çılgın bir aşk”la bağlı değildi. Gülbiz, zaten asla kıskanç biri değildi ve Parisa’yla arasında da öyle güçlü bir duygusal ilişki yoktu. Parisa, Gülbiz’e, Hollandalı adamla evleneceğini söylemişti. Gülbiz de, buna sevinmişti. Hatta, Gülbiz’in yakın arkadaşları Ayk Kökçü ile Mustafa Kalemci’nin de bundan haberi vardı ve bir keresinde Kalemci, Parisa’ya “Evleniyormuşsun, hepimiz çok sevindik, sonunda İran’dan kurtulacaksın” demişti. (Çünkü Parisa, İran’daki sosyal şartlarda yaşamaktan bıkmıştı. Hatta, Savaş Ay’ın yazdığı gibi İran Havayolları’yla değil, THY ile geliyordu Türkiye’ye ve uçağa biner binmez çarşafını atıyordu üstünden.)
Sabah gazetesi, Salı günü (8.2.2005) büyük bir gazetecilik etiği göstererek(!) iç sayfadaki yazılardan birinin spotuna “İranlı sevgilinin iddiasına göre...” diye bir ibare kondurmuş, başka hiçbir editoryal çaba sarfetmemiş. Nitekim, bu spotun altında Savaş Ay yine olayın “gerçeğini” ifşa etmeye devam ediyor. Tabii, yine yüklü dozda polis yalakalığıyla beraber. (Tekrar edeyim bari, polisin başarısının teslim edilmesine karşı değilim, ama kızın yakalanması, Savaş Ay’ın dediği gibi öyle büyük, hummalı bir çaba gerektirmiyor. Karmaşık bir olayla karşı karşıya değiliz. Polis işini yaptı, ama iş bitmedi; Parisa’nın bu cinayeti neden işlediğinin ortaya çıkarılması gerekiyor ve asıl zor olan da bu. Savaş Ay’ın her işinde olduğu gibi, sahte methiye düzmekten şelale olmuş salyaları, ister istemez polisin bu aşamaya kadarki çalışmasının normal, yapılması gereken ve hele usta polisler için zor olmayan bir iş olduğunun altını çizmeye itiyor beni. Savaş Ay’ın polislere bahşettiği iltifatlar, bana kalırsa, hakaret gibi. Şu düzeye bir bakın: “Çelik yeleklerle donanmış polis amirlerinden bir grup ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkarken bir başka TİM evin arka tarafında herhangi bir kaçma girişimine karşı önlem almıştı.” Savaş Ay’ın en yetenekli polis amirlerine bahşettiği zeka bu kadar işte: ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkmayı akıl etmek.
Hem Savaş Ay’ın düzeyini, hem de yine en yetenekli polislere layık gördüğü zeka düzeyini gösteren bir başka örnek de şu: “O sırada kapıdaki konuşmaları duyan kız zaten oraya gelmiş ve başına geleceği anladığından kül gibi olmuştu. Polis amiri (...) kıza tek soru sordu önce: ‘Mehmet’ten aldığın eşyalar burada mı?’ Bu çok önemli bir soruydu. ‘Öldürdün mü, vurdun mu, kaçtın mı’ şeklinde değil, doğrudan kayıp eşyalar soruluyordu. Kız anladı ki polis herşeyi biliyor.”)
Savaş Ay, Parisa’nın polislere “Ceza olarak kafamı mı keseceksiniz” diye sorduğunu yazıyor. “Genç kız işlediği cinayetin sonunda kendisine kafe kesme cezası verileceğini sanmaktaydı” diyor.
Ne zekice! Olsa olsa, Savaş Ay kızın böyle sandığını sanmakta. Savaş Ay’ın kendisinin de yazdığı gibi, Parisa gayet iyi eğitim almış, varlıklı bir ailenin, dünya görmüş kızı. Türkiye’ye ilk kez gelmiyor. Evet, tabii ki, Türk Ceza Kununu’nu hatmetmiş olmasını, hadi diyelim, idam cezasının bile kaldırılmış olduğunu bilmesini beklemiyorum, ama bu ülkede, başka birçok ülkedeki gibi kafa kesme cezası olmadığını bal gibi biliyordur. Bilmemesi imkansız. Ayrıca, Parisa’nın memleketi İran’da da kafa kesme cezası yok. Yani, aşina olduğu bir idam yöntemi bile değil bu.
Sabah Salı günü Savaş Ay’ın haber müsveddesini “Öldüren poz” başlığıyla bu sefer manşetten verdi. Gazetenin de, pek tabii ki, “gazetecisinden farklı olmadığını gösteren bir şekilde.
Parisa ile Gülbiz’in çıplak pozlarını yayınlamanın hangi gazetecilik ilkesiyle alakası var? Tabii, biliyorum şimdi editörlerin ne diyeceğini: “Kardeşim, cinayet nedeni bu pozlar; okura cinayet nedenini gösteriyorum.”
Nitekim, altbaşlıkta “Cinayet nedeni ise fantezi için birlikte çekilen çıplak pozlar” deniyor.
Gelgelelim, Savaş Ay’ın haber müsveddesinde, cinayet nedeninin “birlikte çekilen çıplak pozlar” olduğu söylenmiyor ki. Savaş Ay’ın aktardığına göre, Parisa ifadesinde, “Çıplak fotoğraflarımı internette yayınladı, İran’da ölüm emrimin çıkmasına neden olacaktı” diyor.
Parisa’nın fotoğraflarının internette yayınlandığı da doğru değil. Ayrıca, en azından bu olayla “yakından” ilgilenen gazetelerimizin ve gazetecilerimizin gösterdiği gazetecilik çabasını da ölçebileceğiniz bir şey daha: Mehmet’i, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiği için öldürdüğünü iddia eden Parisa’nın, Mehmet’le tanışmadan çok önce taa Ocak 2003’te internette yayınlanan çıplak fotoğrafları var. Hürriyet ve özellikle Savaş Ay ve canlandırmalarla Savaş Ay hikayesini yeniden üreten televizyonlar gazetecilik için asgari bir savaş verseydi bu bilgiye ulaşacaktı. Ama onlar olayın sebebinin, gerçeğin, haberin peşinde değil, ahlak düşkünlüğünden yararlanmanın, müstehcen olanı abartıp göze sokmanın ve buradan parsa toplamanın peşinde.
İkincisi, her cinayet nedenini ya da bir haberin her unsurunu bu şekilde pervasızca sergileyemezsiniz. Bunun ille de bir cinayet haberi olması gerekmiyor. İzmir, Urla’da Barbaros Çocuk Köyü’nde yaşanan tecavüz haberini vermek için de (elinizde varsa bile) tecavüz görüntülerini veya o çocukların görüntülerini yayınlayabilir misiniz?
Aynı şey, Hürriyet gazetesi (8.2.2005) için de geçerli. Savaş Ay gibi gazeteci müsveddesinden mahrum olma eksikliğini editoryal çabayla kapatmış onlar da. Sürmanşetten verdikleri “haber”in başlığı şu: “Cinayet kaseti bu sahneyle başlıyor.” Altta da Mehmet Gülbiz’le Parisa’nın çıplak fotoğrafı var.
Cinayet kasetinin hangi sahneyle başladığının cinayetle ne ilgisi var! Ne hakla bu fotoğrafı yayınlayabilirsiniz! Hürriyet gazetesi, tabii ki, Sabah’a fark atmış, bir dizi ayrıntıyı anlatmış. Trajik bir cinayet olayında faille maktulün cinsel ilişkilerinin ayrıntıları kimi ne ilgilendirir. “Ön sevişme”nin kaç dakika sürdüğü, sonra kaç dakika seviştikleri gibi ayrıntılar.
Sabah’la Hürriyetin yayınladığı Parisa’nın ifadelerinde farklar ve çelişkiler var; oraya girmiyorum, polisin, savcının işi o ve mahkemeyi göreceğiz...
Ama polise tekrar dönelim. Bu fotoğrafları polisten başkası vermedi Savaş Ay’a ve Hürriyet’e. Türkiye’de medya ilke milke tanımaz pek. Belkemiği yoktur. Artık biliyoruz, bütün kurumlarımız, toplumun bütün kesimleri aynı durumda: çürümüş. Medya neyse siyaset de o, spor da o, polis de o... Başka türlüsü mümkün değil zaten.
Hiç dalkavukluk yapmayalım, halk dediğimiz kitle de çürümüş; çürümese yaşayamazdı bu ortamda, bir şey yapardı, isyan ederdi, zaten bu kadar çürüme olamazdı ol zaman. Gazete okuru, televizyon seyircisi, okudukları ve seyrettikleri bu yayın organlarının da azdırmasıyla müstehcene teşne vaziyette. Olay ne olursa olsun, ne kadar trajik olursa olsun müstehcenin müşterisi var. Medya da bunu biliyor. Biri gazı veriyor, öbürü de o gazla mest...
Bu fotoğrafları ve aslında ifadeyi de medya çöplüğüne teslim eden polisle gazetecilerin işbirliği sayesinde Mehmet Gülbiz ölümü haketmiş, seks manyağı olarak bu okuyucu ve seyirci kütlesinin önüne atılmış oldu. Cevap veremeyecek bir haldeyken.
Ve Mehmet’i öldüren Parisa da, neredeyse mazlum, namusunu korumaya çalışan biri olup çıkıverdi. Parisa’yı sorgulayan polislerden biri, Gülbiz’in yakın arkadaşlarına “Bunca yıldır yüzlerce cinayet vakası gördüm, bu kadar soğukkanlı birine hiç rastlamadım” dedi. Parisa o kadar soğukkanlıydı ki, cinayeti işlediği gece Mehmet Gülbiz’in şifresiyle internete girip insanlarla sohbet etti.
Hatta, cinayetten bir gece sonra, Cumartesiyi Pazara bağlayan gece 02.24’te Mehmet Gülbiz’in en yakın arkadaşlarından Mustafa Kalemci’ye şu mesajı attı:
“hi dear
> sorry to interuppt you but i have a problem contacting mehmet
> he wanted to invite me this sat he told me that he will call me to
> meet for dinner but no response yet & he is not answering his sms &
> offlines !i didn;t do anything that he is angry with mecan u ask
> him what happened
> thanx”

(“Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama Mehmet’e ulaşamıyorum. Bu Cumartesi beni davet etmişti, akşam yemeği için beni arayacağını söylemişti, fakat hiç ses yok ve SMS’lerine ve mesaj hattına da cevap vermiyor. Onu kızdıracak hiçbir şey yapmadım. Ne olduğunu ona sorabilir misin?”)
Savaş Ay’ın “sanat fotoğrafçısı” olarak tanıttığı Mehmet Gülbiz, kendini uluslararası alanda kanıtlamış, (Türkler bilmese ve değer vermese de) bilinen, çalışkan, yetenekli, işinde sürekli arayış içinde olan bir fotoğrafçı, gazeteci, photojournalist’ti.
Bu gazeteciler, gazeteler ve televizyonlar sadece Mehmet Gülbiz’i ikince kez katletmekle kalmadılar, genellikle yaptıkları bir şeyi bir kere daha yapıp gazeteciliği de bir kere daha katlettiler.
Vahim olan, bu katliamın sadece gazetecileri ve Mehmet Gülbiz’i değil herkesi ilgilendirmesi, ama kimsenin oralı olmaması.

Aykut, Hişam ve Montgomery

Eylül 2002'de yazdığım bir yazı..

Geçtiğimiz hafta Sakaryaspor kafilesinin geçirdiği kaza ile, çocukluk kahramanlarımdan biri sessiz sedasız göçüp gidiverdi. Aykut Yiğit'i yıllarca futbolcu olarak izlemiş ve dönemine oranla olağanüstü futbol tekniği ve asistlerinin yanı sıra bir ara da golcü olarak alkışlamıştık. Klasik bir golcü olmamasına rağmen gol kralı olmayı bile başarmış, iyi bir insan ve iyi bir futbolcuydu. Kuzenlerimden biri onun gol kralı olduğu sene doğmuştu ve tahmin edin adı neydi? Evet Aykut. Sakaryalıların gözünde o hep Büyük Aykut oldu, çünkü bir de Küçük Aykut (Kocaman) vardı. Sakaryalı futbolseverlerin Oğuz Çetin ve Aykut Kocaman'dan önceki büyük sevgilisi aptalca bir trafik kazasında göçüp gitti. Bakalım sırada kim var?

***

Bazen insanların hayatında bir salisenin bile büyük önemi oluyor. Amerikalı atlet Tim Montgomery 100 m dünya rekorunu 9.78 ile kırıverdi (eski rekor 9.79 Maurice Green, 1999) ama o gün Paris'te yaşananlar çok daha enteresandı.

Grand Prix atletizm yarışmaları yaz sezonu boyunca yapılıyor ve atletler bu yarışlarda aldıkları derecelere göre puan alıyorlar. Sezon sonunda bütün branşlarda en yüksek puanı alan atlet Grand Prix'nin yani 100.000 USD'lik para ödülünün sahibi oluyor. Bunun dışında kazandığınız yarış başına da para alıyorsunuz. Örneğin Süreyya Ayhan için bu 15.000 USD iken, erkekler 100 m yarışmalarında yarış başına 50.000 USD olabiliyor. Dünya rekorunu kırar veya egale ederseniz ayrıca ödüller de var.

Her neyse, büyük para ödülü için iki aday vardı; Faslı Hişam El Guerruj (1500 m) ve Dominikli Felix Sanchez (400 m engelli). Her iki atlet de 92 puandaydı, yarışlarını kazanırlarsa 24 puan daha alacaklardı. Bu durumda da, rölatif olarak daha iyi derece yapan yani dünya rekoruna daha yakın koşan averajla ünvana ve ödüle kavuşacaktı. Yarışlar koşuldu, her iki atlet de beklendiği gibi kazandı ve Hişam averajla öne geçti. Hişam için günün kazancı 50.000 + 100.000= 150.000 USD gibi görünüyordu.

Ta ki Tim Montgomery piste çıkana kadar. Montgomery bu sene çok iyi bir sezon geçirmiş ve 74 puan toplamıştı ama en iyi derecesi 9.84 idi ve kendisi dahil hiç kimse bir dünya rekoru beklemiyordu. Kısa mesafe koşularında ve atlamalarda arkadan esen rüzgar ölçülür ve 2 m/sn üzerinde olursa rekor dereceleri rekor olarak kabul edilmez. Montgomery'nin şansı yanında olsa gerek tam da rüzgar hızı 2 m/sn iken yarış koşuldu. Sonuç 9.78 yeni bir dünya rekoru ve bakın neler oldu.

Yarışı kazandığı için bir 24 puan, dünya rekoru kırdığı için bir 18 puan daha ve toplamda 116 puan ile Hişam'ı yakalayıverdi Montgomery. Yakalamakla kalmadı ve rekor kırdığı için averajla üstüne de çıkıverdi. Tim Montgomery böylelikle yarışı kazandığı için 50.000 USD + dünya rekoru kırdığı için 100.000 USD + Grand Prix 100.000 USD olmak üzere 250.000 USD kazanmış oldu. Yalnızca bir salise daha yavaş koşmuş olsaydı ekstra puanı 9 olacaktı ve çok daha az bir ödül alacak 100.000 USD Hişam'a gidecekti. Sanırım şu aralar bir salisenin önemini dünyada en iyi bilen adam Faslı atlet Hişam ElGuerruj.

Şimdi kalkıp derseniz ki "ulan adamlar koşmuş kazanmış, rekor kırmış. sen de para hesabı yapıyorsun". Haklısınız buna da bir şey söyleyemem.

Saturday, November 05, 2005

Uğur Uluocak

Sevgili dostum, seçilmiş kardeşim Uğur Uluocak 2003 yılında Kırgızistan'daki Terskey Ala Too dağlarında geçirdiği bir kaza ile aramızdan ayrıldı. Bu yazı Takoz isimli dağcılık dergisinde yayınlanmıştı. Fotoğrafta Uğur, Dolomitler'de bir tırmanış sırasında görülüyor.

Hayatımın en güzel anılarından biri, Aladağlar’da bir gece zifiri karanlıkta Uğur Uluocak’la Yedigöller platosunu geçip kampa geç kalan arkadaşlarımızı arayıp bulmamız ve yanımızda getirdiğimiz giysi ve sıcak çayları paylaşmamızdır. O gece ve ertesi gün yaptığımız duvar tırmanışında Uğur’la arkadaş olmamın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünmüştüm sürekli olarak.

Şüphesiz Uğur’un dağcılığı üzerine çok kolayca söylenecek sözler var. Herşeyden önce, çok güçlü ve çok hızlıydı. Uğur’un benzersiz bir gücü ve Himalayalar’da bile övgüler alan bir hızı vardı. Kaya tırmanırken bile çok hızlıydı. Eski bir şampiyon kürekçi olduğundan kuvvette devamlılığı en üst düzeydeydi. Şehirde de sürekli olarak kürek antrenmanları yaparak bu yönünü formda tutuyordu.

Psikolojik hakimiyeti çok fazlaydı. Top rope ve lider tırmanışlarında aynı dereceyi tırmanabiliyordu. Spor tırmanışa ilgi göstermediği için en fazla kaç dereceyi tırmandığını bilemiyorum ama antrenman sırasında yapay duvarın tavanında adeta yürüdüğünü biliyorum. Uğur korkusuz ve kaygısız bir insan değildi ama kaygılarını kontrol altında tutma yeteneği çok yüksekti.

Tırmanış sırasında ekibindekileri çok iyi kontrol ederdi. Buna karşılık tırmanışa çok iyi konsantre olur, uyarılar haricinde fazla konuşmazdı. Bunun tek istisnası bir şeyler paylaşmak ve öğretmek istediği anlardı. Adrenalinin ve kalp atışlarının tavana vurduğu bir anda durup sakin sakin fotoğraf çeker, üstüne üstlük o anda kullandığı fotoğraf tekniğine ilişkin bilgi de verebilirdi. İlk uzun duvar tırmanışımı Uğur’la yaptığımda, yanımıza aldığımız 2 litre suyun tamamını bana içirmiş, kendisi bir iki yudumla yetinmişti. Ustalaşma yolundaki çok sayıda dağcı onunla tırmanarak güvenlerini arttırıp, bilgi ve deneyimlerini geliştirdi.

Çok yönlü bir tırmanıcıydı. Bu yönüyle onu Alex Lowe’a benzetirdim. Kaya, buz, miks ve yüksek irtifa demeksizin dağcılığı her yönüyle büyük bir başarıyla yapardı. Kaderin bir cilvesi, Alex ile aynı anda Shishapangma’nın farklı yüzlerindeydiler. Uğur’a bir soru listesi göndermiş ve onunla röportaj yapmasını istemiştim. Ancak karşılaşma olanağı bulamadan ve henüz dağın eteklerindeyken Alex Lowe çığ altında kaldı.

Uğur’un Cho Oyu’da yaptığı alpin solo tırmanışı Türk dağcılığında yapılmış en önemli iş olarak kabul ediyorum. Bu tırmanış gerçek alpin stilde; sabit hatsız, taşıyıcısız, tüm yükünü kendisi taşıyarak ve gerçek solo; rotada sağdan soldan vızır vızır geçen dağcılar yokken yapıldı. Tırmanışın son kısmında, mevsim sonu olması dolayısıyla bütün Cho Oyu kütlesi üzerinde bulunan tek dağcı Uğur idi. Tırmanışı gece yaptığı için zirve platosuna ulaştığı halde zirve noktasını bulamadı. Katmandu’dan ettiği telefonda ilk söylediği şey de bu oldu.

Dağcılığın mistifiye edilerek bulanık bir hale altında kahramanlık teması ile birlikte işlenmesinden hiç hoşlanmazdı. Elbette dağcılık tarihçisi kimliğiyle, süperinsan kültünün altında yatan Nazi destekli Münih Ekolü damgasını çok iyi biliyor, bundan sakınmaya çalışıyordu. Shisha ve Cho Oyu tırmanışlarından sonra havaalanında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “Türkiye’de bu işi benden daha iyi yapabilecek bir çok yetenekli genç sporcu var ama olanak bulamıyorlar” diyen bir anti kahramandı Uğur.

********
Uğur’un dağcılığını tarif edebilmek için esas olarak karakterinden ve yaşam felsefesinden yararlanmak gerekir. Uğur üstün zekalı, son derece akıllı, kararlı ve kendine güvenen bir insandı. Daha ortaokul öğrencisiyken okul arkadaşlarına ders vermeye başlayıp, kendi harçlığını kendi kazanmaya başlamıştı. Çok iyi okullarda okumasına rağmen, sürekli olarak üstün yetenekli yıldız öğrenci olarak parlamıştı.

Spora ilgisi küçük yaşlarda başlamıştı. İstanbul birincilikleri olan bir atlet ve Türkiye şampiyonu bir kürekçi olmayı başardı. Bir keresinde Kurbağalıdere’ye gömülüvermişti kürek antrenmanı yaparken. Bu istemsiz yüzme ona sarılık hastalığını ve Fenerbahçe kulübünün tekne için tazminat talebini birlikte getirdi.

Çok okuyan ve çok araştıran bir entellektüeldi. Uzun yıllar akademik yaşamda kalmış biri olarak, Uğur’un tanıdığım bir çok akademisyenden daha fazla araştırmaya zaman ayırdığını ve daha başarılı olduğunu biliyorum. Örneğin Atlas’ta yayınlanan Küresel Isınma makalesi İTÜ’lü akademisyenlerden büyük övgü toplamıştı. Fransızca ve İngilizce’yi çok iyi düzeyde biliyor, İtalyanca, İspanyolca ve Rusça konuşabiliyordu. Bu haliyle “more beer” demenin ötesinde yabancı dil konuşamayan dağcılarla farklı dünyaların insanı oluyordu ister istemez. Paris’e her gidişinde adeta FNAC mağazasını yağmalardı. Bir keresinde o, Paris’ten Chamonix’e geçmiş fazla bagaj ücreti ödememek için de tam 15 kilo kitabı bana bırakmıştı.

Uğur’un karakterinin iki temel bileşeni disiplin ve paylaşım idi. Çok çok disiplinliydi ve ekibindeki herkesin disiplinli davranmasını beklerdi. Bu insanüstü disiplini sayesinde kafasına koyduğu, başarmak istediği her alanda benzersiz bir gelişme çizgisi çizmiştir. Örneğin bir kaç sene içinde fotoğrafçılığını kimsenin inanamadığı bir hızla ilerletmişti. Atlas’ta ilk yayınlanan Demavend ve son yayınlanan Ala Arça fotoğrafları kıyaslandığında bu gelişme rahatlıkla izlenebilir.

Uğur’un büyük hayali, genç ve yetenekli dağcılardan bir yüksek irtifa takımı oluşturup Himalaya ekspedisyonları düzenlemekti. Benzer bir projeyi ORDOS çatısı altında organize etmeye çalıştığında, tuhaf tepkiler almış ORDOS’un adını kullanarak kişisel yarar sağlamaya çalışmakla suçlanmıştı. 1998 başında, İstanbul’dan kalkıp Ankara ORDOS lokalinde birlikte verdiğimiz dört saatlik bir dağcılık tarihi seminerinin arkasından bu konuyla ilgili olarak bir saat kadar sorgulanmıştı. Uğur bu olaydan sonra ORDOS’lu kimliğinden soğudu.

Aynı yıl, bütün olanakları kendisi sağladığı halde K2 tırmanışına üç kişilik bir ekiple gitmeyi yeğledi. Bu tırmanış sonrasında takım oluşturmak ve takım olarak davranmak konusunda Uğur’un çok daha katı ve seçici davrandığını söyleyebilirim.

ORDOS’la yapamadığı projeyi İTÜDAK ile de gerçekleştirmeye çalıştı. Neyse ki bu kez hiç kimse İTÜ’nün adından yararlanmaya çalıştığını söylemedi. Tersine, İTÜ gerek dağcılık kulübüyle, gerek akademik birimleriyle Uğur’u bağrına bastı. Cenaze töreni de, üniversite tarihinde akademisyen olmayan bir mezun için ilk kez, İTÜ’de düzenlendi.

Uğur’un İTÜDAK ile ilişkisi de bir tuhaftı. Kulübün baş eğitmeni ve tartışmasız Uğur Abi’si olmasına rağmen, başka yerlerde alışılageldiği üzere kulübün ne malzemelerinden ne de insan kaynaklarından (!) yararlandı. Tersine her fırsatta kulübe ufak tefek malzeme yardımları yapmaya çalıştı.

Uğur Uluocak II


Uğur Uluocak ve Ahmet Köksal Aladağlar'da Torasan zirvesinde, 2001.

Uğur, sporda bilimselliğe olan sarsılmaz inancını her vesile ile kanıtlamıştır. 1998’de Hacettepe Doğa Sporları ve Bilim sempozyumuna tam dört bildiri ile katılmıştı. Buna karşılık, bir sporcu/ dinleyici işlenen konuların eksik bırakıldığını söyleyerek protesto etmişti. Sanırım Uğur’un çapında bir insanın sempozyuma bir kitap yazarak katılmasını bekliyordu.

Bu olağanüstü, gerçeküstü ve iddialı insan neredeyse paradoksal olarak son derece mütevazi bir kişiydi. Son dönemde Atlas’ta çalışmasına rağmen, medyatik olmaktan hiç hoşlanmazdı. Katıldığı bazı televizyon programlarını haber bile vermediği için seyredememiştim. Medyatik olmayı çok şüpheli bir durum olarak görür, bu da biz arkadaşlarına onu kızdırmak için benzersiz bir fırsat verirdi; “Medyatik dağcı Uğur” demek yeterliydi onu sinirlendirmek, bizi de güldürmek için.

Rehberlik kurumuna büyük saygısı ve sempatisi olmasına rağmen, isim yapmak, reklam yapmak ve bu yolla kazanç elde etmek için dağcılık yapanlardan nefret ediyordu. Aynı dağda bulunmak bile istemezdi. Bir bayram tatilinde sevmediği insanları görebileceği endişesiyle Aladağlar’a götürememiştim onu. Yine bu nedenle birlikte katılmamızı teklif ettiği bir Ağrı kış tırmanışından vazgeçmişti ama ne yazık ki bu tırmanışta İskender Iğdır kaza geçirdiği için çok fazla üzülmüştü.

Para ile arası iyi değildi. Hayatı zorlaştırdığından ve üretkenliğini düşürdüğünden dolayı paradan hoşlanmazdı. Uğur’un çok parası hiç olmadı ama kaç parası olduğunu da çoğu defa bilmedi. Yıllarca parasını bana ve ablasına emanet etti. Oysa isteseydi bir kaç yabancı dil bilen bir mühendis olarak bambaşka bir kariyer yapmak, büyük paralar kazanmak onun için çok kolaydı. O, Uğur Uluocak olmayı tercih etti.

Uğur hayatını dürüstlük üzerine kurmuştu. “Zirveye az bir mesafe kala fotoğraf makinemi ve çantamı bıraktım, zirveye de tek başıma ulaştım” tarzındaki masalları şaşkınlıkla ve üzüntüyle karşılardı. Himalayalarda İtalyan, Amerikalı ve Rus arkadaşlarından dinlediği Tomovari hikayeleri de yalnızca çok yakın arkadaşlarıyla paylaştı.

Dağcılık Uğur’un en önemsediği uğraşı değildi. Dağları ve dağcılığı çok seviyor ama bunu kendisini tanımlamak için kullanmıyordu. Daha önemlisi, dağcılık camiasının genel düzeyinden de fazlaca hazzetmiyordu. Sürekli boş zaman sıkıntısı olduğu için, boş konuşmalar yapmamak adına pek fazla dağcı ile dostluk yapmıyor, elektronik posta listelerini takip etmiyor ve kimseyle polemiğe girmemek için çok kararlı davranıyordu. Son bir kaç yılda Uğur’la polemiğe girip gündem yaratmak isteyen çeşitli dağcı veya gazeteciler olduysa da genel kural olarak bunlara yanıt vermeyi reddetti. Oysa Uğur’un tartışma enerjisi sınırsızdı. Örneğin, çok sevdiği fakat onu hayal kırıklığına uğratan eski bir partnerine 20 sayfalık bir mektup yazmaya üşenmemişti. Bu olay, bana Trevanian’ın Eiger Sanction (İnfazcı) romanından bir olayı, Jonathan Hemlock’un Ben Bowman’a yanıtını hatırlatır.

Uğur yalnızca dağcı olmaya ve tırmanmaya odaklansaydı, dünyanın en iyi üç beş dağcısından biri olarak kendini kabul ettirebilirdi. Ama adını duyurabilir miydi onu bilemiyorum. En iyi anlaştığı dağcı arkadaşlarından biri olan ve 2002 sonbaharında İstanbul’da misafir ettiğimiz Antoine Cayrol’dan farklı olmazdı şüphesiz. Dünyanın en iyi dağcılarından biri olan Antoine, Chamonix’de bir efsane ama dağcılık medyasında hemen hiç yer almıyor. Uğur bir dönem Jean Christophe Lafaille ile de dost olmuş, Lafaille çektiği fotoğraflardan da etkilenerek Uğur’a birlikte tırmanmayı teklif etmişti. Ancak Fransız sponsorlar nedeniyle bu tırmanış yapılamadı.

Fransız dostlarının çokluğuna rağmen Uğur tırmanışları sırasında en çok İtalyan ve İspanyollarla (Katalan ve Basklılarla) anlaştı ve dost oldu. K2’de tanıştığı, sportif başarısını ve sorumluluk duygusunu takdir eden İspanyollar onu tüm masraflarını karşılayarak Annapurna tırmanışına davet ettiler.

Paris’i ve Parisli dostlarını çok seviyordu. Laurent Baechler’in 30 m2lik evinde kendini çok mutlu hissediyordu. Bir keresinde bana beş gün süreyle bıkmadan Paris’i gezdirdi. Uğur’un yanında yaptığınız bir çok şey, hiç farkettirmeden antrenmana dönüşürdü. Seine nehri kıyısında ve Champs Elysee’deki yürüyüşlerimiz de ben ne olduğunu anlayamadan antrenmana dönüşüvermişti.

Uğur’un benzersiz disiplini ve çalışma azminin son göstergesi enstrüman çalmakla ilgiliydi. Saksofon çalmaya karar verip, bunu en yakın dostlarından saklayarak gizli gizli ders almıştı. Müthiş disiplini ile evde çok düzenli olarak çalışıyor ve sürpriz yapabilmek amacıyla bunu herkesten saklıyordu. Gerçekten de bana müthiş bir sürpriz yaptı. Ancak büyük hayalini, Himalaya’da bir ana kampta saksofon çalma hayalini gerçekleştirme olanağını yazık ki bulamadı.

Uğur son derece rafine bir insandı. Şarap, caz ve yemek başta olmak üzere bir çok konuda rafine zevkler geliştirmişti. Ekmeğini evde, seyahatlerinden getirdiği unlarla kendisi pişiriyordu. Yaptığı iş; tırmanış, yazı, fotoğraf ne olursa olsun kendi adını koyacağı için çok titizdi ve bu işleri dünya çapında yapmak konusunda da alenen ortaya koymadığı bir iddia taşırdı. Uğur’un bu hali yakın çevresindeki bir çok arkadaşını derinden etkilemiştir.

Uğur’un yapmak isteyip de beceremediği şeylerin başında, şakacı bir insan olmak geliyordu. Uzun süre tiyatro yapmasına rağmen bir türlü komik fıkra anlatamıyor, hele insanları alaya almayı hiç beceremiyordu. Tersine, biz onun her daim ciddi ve ilgili tavırlarını alaya alıyorduk. K2 tırmanışında, şakacı bir İspanyol’a özenip fıkra anlatmaya kalkmış, sonra pes edip bizden e-mail ile fıkra ve espri takviyesi istemişti. Bir keresinde yaptığım çok kaba bir şakaya kızıp benimle bir hafta konuşmamıştı. Kırgızistan’dan gelen telefonda ilkin, “bu şakanın intikamı mı alınıyor” düşüncesine kapıldım ve Haldun’a şaka yapıp yapmadığını bir kaç kez sordum.

Uğur’un zamansız ayrılışıyla, birlikte planladığımız bir çok proje yarım kaldı. 2003 sonbaharındaki Amerikan Kızılderili ekspedisyonu, Bask bölgesine yapmayı planladığımız seyahat, Matterhorn tırmanışı, Cilolarda bir eğitim ve ekspedisyon kampı, Munzurlarda duvar tırmanışları... Uğur olmadan bu konular ve bu coğrafyalar artık hiç de çekici gelmiyor. O, yakın arkadaşları için arkadaştan çok öteye ve özlenmesi hiç bitmeyecek bir fenomendi. Sondan bir önceki görüşmemizde, hasta yattığım için elinde çorbayla bana bakmaya gelmişti. Onu görür görmez kendimi çok daha iyi hissettiğimi hatırlıyorum. Ne olsa artık Uğur gelmişti ve nasılsa her şeyi kolayca yoluna koyacaktı...

Uğur Uluocak, yaşamı, fikirleri ve tırmanışlarıyla zirvenin ta kendisiydi.

Dağcılık Üzerine Kısa Bir Tarih




Dağcılık tarihi üzerine ilk yaptığım çalışmalardan birisiydi bu yazı. Daha sonra gözden geçirdim ve Türkiye ile ilgili bazı paragraflar ekledim. Fotoğrafta İsviçre Alpleri'ndeki Aiguille du Purtscheller tırmanışı sonrası Orny buzulu üzerindeyim, 2005.

Dağlar, insanlar için her zaman kutsal, etkileyici anlamlar taşımışlardır. İnsanlar, dağlarına çıkmak, birlikte yaşamak ve korumak arzusunu taşımışlardır. Örneğin dünyaya kaba bir takım vahşiler olarak basmakalıp bir model ile tanıtılan kızılderililerin verdikleri en büyük mücadele kutsal Kara Tepeler (Black Hills) için olmuştur. Öte yandan Sioux savaş şefleri Çılgın At ve Oturan Boğa’nın Kara Tepeler’e çıkarak atalarının ruhları ile konuşmaları dağcılık yazınının konusu olmaz. Benzer gelişmelerin Orta ve Uzak Asya’da, Güney Amerika’da, Afrika’da yaşandığına kesin gözü ile bakılabilir. Kısaca ilk dağcılık etkinliklerinin kökeninde büyük ölçüde uhrevi amaçlar yattığını kabul edebiliriz.

Günümüzden bin yıl önce Yogi Milarepa (1040-1123) Kailash dağının zirvesine çıktığını iddia etmişti üstelik değişik bir araç kullanarak; Milarepa, güneş ışıklarının üzerinde yolculuk yaptığını açıklamıştı. İlk dağcılık faaliyetlerinin altında yalnızca dinsel nedenler yoktu elbette, örneğin Roma İmparatoru Hadrian, MÖ 126’da güneşin doğuşunu izlemek üzere Etna’ya tırmanmıştı. Leonardo Da Vinci’nin Monte Rosa’ya tırmanmasının altında büyük bilginin araştırma merakı yatıyor olsa gerek.

Dağcılık sporunun Alpler’de başladığı kabul edilir. Belki de, gerçekten böyle olduğu için değil, düzgün kayıtların ilk defa Avrupa’da tutulmasından dolayı bu tez kabul görmektedir. Buna karşılık Alpler’de geliştiği tartışma götürmez.

1492 yılında Antoine de Ville, Fransa Kralı VIII. Charles’ın emrini yerine getirmek amacıyla, beraberindeki ekip ile birlikte Mont Aiguille (2086 m) dağının o ana dek erişilemez kabul edilen zirve platosuna tırmandı. Pek çok kaynak tarafından ilk Alpin faaliyet olarak kabul edilmesine rağmen, de Ville’in motivasyonunun altında yatan fetih misyonu bu faaliyeti dağcılık olarak değerlendirmeyi zorlaştırıyor. Nitekim ekibin tırmanıştan sonra ilk olarak yaptığı iş, dağın Saint Charlemagne adı ile vaftiz edilmesi olmuştu. Aynı zirvenin ikinci çıkışının ancak 1834 yılında gerçekleştirilmesi bu savı doğrulamaktadır, bu ikinci faaliyeti macera duygusu gelişmiş bir çoban gerçekleştirmişti.

Aydınlanma çağı ile birlikte, dağların kötü ruhların ve ejderhaların yurdu olduğu düşüncesinin kaybolması ile birlikte dağcılık faaliyetleri artmaya başladı. 1786’da Alpler’in en yüksek zirvesi Mont Blanc, Chamonix’den Michel Pacard ve Jacques Balmat tarafından tırmanıldı.

19. Yüzyıl, başlangıçta yavaş fakat giderek artan bir ivme ile dağcılığın spor olarak yapılmaya başlandığı dönem olmuştur. Yüzyılın ortalarından itibaren Alpler’in en yüksek zirveleri ardarda çıkılmaya başlandı. Bu dönemin en bilinen tırmanışı, 1865 Matterhorn (4478 m) ilk çıkışıdır. Edward Whymper’in önderliğini yaptığı 6 kişilik grup, zirveye ulaşıp inişe geçtikten bir süre sonra kaza geçirmiş ve ipin kopması sonucu dört kişi boşluğa uçmuştu. Bu kaza dağcılık tarihinin üzerinde en çok konuşulmuş kazalarından biridir ve sonrasında özellikle İngiliz Alpinizm çevresinde, güvenlik üzerine uzun tartışmalar yapılmasına neden olmuştur.

1877’de son kalan büyük zirve Meije, Baron Castelnau ve rehberleri baba-oğul Gaspard tarafından tırmanıldıktan sonra dikkatler daha zor ve özel rotalara yönelmeye başladı. Otto ve Emil Zsigmondy, Georg Winkler ve sonraları Paul Preuss gibi Orta Avrupalı dağcılar kaya tırmanışını daha önce hayal dahi edilmeyen zorluk düzeylerine yükselttiler. Kış dağcılığı ve rehbersiz faaliyetler popüler olmaya başladı.

Bu dönemin en önemli ismi, İngiliz dağcı Alfred Mummery’dir. 1879-89 arasında Alpin rehberi Alexander Burgener ile birlikte Matterhorn’un Zmutt Sırtı Rotası ve 19. yüzyıl Alpinizm’inde dönüm noktası olarak görülen 1880 Grepon çıkışı gibi önemli tırmanışlar gerçekleştiren Mummery, ağır yükleri taşımasını engelleyen bir rahatsızlığından dolayı hafif ekipmanların geliştirilmesine de öncülük etti. 1895’e dek bir çok ciddi tırmanış gerçekleştiren Mummery, o yıl bilinen ilk 8000’lik Alpin Stil Himalaya çıkışı denemesine Nanga Parbat (8125 m) Diamir yüzünde girişti ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Bu tip bir girişim, ancak 1975’de Peter Habeler ve Reinhold Messner tarafından Gasherbrum I’de (Hidden Peak, 8068 m) gerçekleştirilebilmiştir.

Mummery’nin etkisiyle başlayan dağcılık ekipmanı geliştirme hareketi dağcılığın ilerlemesine büyük katkılarda bulundu. 1910’da iniş tekniklerinin icadı ile birlikte Hans Fiechtl’in Fiechtlhaken adıyla geliştirdiği sikkeler kaya tırmanışında yeni bir çığır açtı. Örneğin savaştan kısa bir süre önce, zamanın en iyi kaya tırmanıcısı olan Hans Dülfer ile Louis Trenker’in sikke kullanmadan deneyip imkansız buldukları Furchetta’nın kuzey yüzü, 1925’de o yılların ünlü uzun duvar tırmanıcısı Emil Solleder ve Fritz Wiessner’e sikkelerin kullanımı ile geçit veriyordu.

1924’de Fritz Rigele’nin buz sikkesini geliştirmesi ile düşey buz duvarlarının da çıkılabilmesi mümkün hale geldi. Artık dağcılığın Alpler’deki en önemli problemleri teknik uzun duvar çıkışları idi ve gözler kuzey duvarlarına yönelmişti. Kaya tırmanış tekniklerinin hızla gelişeceği bir dönem başlıyordu.

Öte yandan yine bu dönemde, tırmanış sırasında ekipman hatta ip kullanılmasına karşı çıkan dağcılar da bulunmaktaydı. En tanınmışları arasında olan Paul Preuss’un sadece 27 yaşında hayatını kaybetmesi bu reaksiyonun anlamlı olmadığını gösterdi. 1930’larda yumuşak çelikten üretilmeye başlanan sikkelere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Yosemite’de tırmanışlar yapan John Salathè’nin granit için geliştirdiği sert çelikten yapılma sikkeler de katıldı.

1930’lar aynı zamanda dağcılığın Avrupa kökenli milliyetçilik akımlarından etkilendiği bir dönemdir. Nazilerin dağ ve bulut kültü ile coşan bir çok Alman ve Avusturyalı genç bu dönemde oldukça riskli tırmanışlara giriştiler. 1931’de Schmid kardeşler Matterhorn’un kuzey yüzünü tırmandılar fakat kısa bir süre sonra Toni Schmid Wiesbachhorn’un kuzeybatı yüzünde düşerek öldü. 1938 yılında insan yutan canavar unvanlı Eiger’in kuzey yüzü Heinrich Harrer, Fritz Kasparek, Anderl Heckmair ve Ludwig Vörg tarafından tırmanıldı. Aynı yıl Riccardo Cassin’in gerçekleştirdiği Walker Spur tırmanışı ile birlikte Alpler’de ulusal düzeyde mücadele edilecek alanlar tamamlanmış oluyor, böylece Alp dağcılığı yine kişisel bir uğraş haline geliyordu. Ulusal mücadeleler ise henüz sonuçlanmamıştı ve bu kez gözler doğudaki devlere, Himalayalar’daki 8000 metrelik dağlara kayıyordu.

İngiliz, Alman ve Amerikalıların 1920’lerden II. Dünya Savaşı’na değin geçen sürede çeşitli ekspedisyonlar düzenlediği Himalayalar’da tırmanılacak 14 tane 8000 metrelik dağ[1] öteden beri iştahları kabartıyordu. Yüksek irtifa fizyolojisinin anlaşılmasına ve uygun ekipmanın geliştirilmesine kadar geçen sürede çoğu Alman bir çok dağcı Himalayalar’dan geri dönemedi.

II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan teknolojik ilerlemeler dağcılık sporuna derhal yansıdı. Tercihan Manila keteninden, örülerek veya bükülerek yapılan, 14 mm kalınlığında, 25 m uzunluğunda, mukavemeti ve esnekliği çok düşük olan ipler artık yerini naylon iplere bırakıyor, alüminyum karabinalar gibi daha hafif ve daha dayanıklı malzemeler ortaya çıkıyordu.

Savaş milliyetçilik rüzgarlarını yeterince söndürememiş olsa gerek, savaşın getirdiği aradan sonra Himalayalar yine ulusal ekspedisyonların ilgi odağı olmaya başladı. Çeşitli uluslardan bir çok dağcı 1950’li yıllar boyunca dünyanın en yüksek noktalarına ulaşmayı başardı. Tibet’in siyasi durumundan dolayı en geriye kalan Shishapangma’nın 1964’de geçit vermesi ile bu anlamsız milliyetçilik mücadelesi sona erdi.

Artık dağcılar bir kez daha irtifanın yerine tekniği koyma problemi ile karşı karşıya idiler. İlk örnek 1958’de üstad Walter Bonatti ve Carlo Mauri’den geldi, İtalyan ekip Gasherbrum IV (7925m) kuzeydoğu sırtı üzerinde ilk teknik Himalaya tırmanışını gerçekleştirdi. Bu tırmanış henüz tekrarlanamamış, hatta Greg Child’ın liderliğindeki zorlu 1986 kuzeybatı sırtı çıkışına dek tekrar zirveye ulaşılamamıştır. Gasherbrum IV aynı bölgedeki K2 ile birlikte Himalayalar’ın en zorlu çiftini oluşturmaktadır.

Bir yandan Himalayalar popülerliğini sürdürürken, bir yandan da Alpler’de ve dünyanın diğer yörelerinde yeni teknik tırmanış rotaları ardarda ortaya çıkmaya başlamıştı. 1950’lerin zorlu tırmanışları arasında belki de ilk sırayı Bonatti’nin 1955’deki altı günlük Dru güneybatı (Bonatti) kulesi solo çıkışı alır[2]. Diemberger ve Stefan’ın 1956’daki Konigswand Diretissima ilk çıkışı, zorlu kar-buz rotasından dolayı zamanının ilerisinde olarak değerlendirilir.

Tırmanışların zorluğunu derecelendirmek için, başlıcaları Amerikan ve Alman (UIAA) sistemleri olmak üzere çeşitli derecelendirme sistemleri geliştirilmiştir. Amerikan sisteminde, “serbest tırmanış” olarak da adlandırılan ve ip, özel ekipman ve teknikler gerektiren teknik kaya tırmanışı 5. derecedir. Aynı sistemde 6. derece “yapay tırmanış” için ayrılmıştır. Yapay tırmanış el ve ayakların kullanılmasına olanak vermeyecek derecede zor yüzeylerde, özel ekipmanlara tutunarak ve basarak yapılan bir tırmanış türüdür. Uzun duvarların günlerce süren tırmanışları ile çıkılan rotalar dağcılıkta yeni teknikleri de gelişmeye zorlayarak, yapay tırmanış tekniklerinin ortaya çıkmasına neden olmuş ve 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca önceden tırmanılmamış bir çok duvar rotasının çıkılmasına olanak tanımıştır.

Kaya tırmanışının gelişimi, aynı zamanda teknik malzemenin gelişiminin hikayesi gibidir. Başlangıçta doğal fiberlerden yapılma ipler “Lider asla düşmemeli” parolasıyla kullanılırdı. Günümüzde de ipin zarar görmemesi, istenmeyen bir çarpma olmaması gibi nedenlerle geçerli olan bu parola, o dönemde liderin yere doğru uzun bir yolculuk yapmamasını sağlamak için kullanılıyordu.

Avrupa’ya göre oldukça geç bir tarihte, 1920’lerin sonunda teknik kaya tırmanışı ile tanışan Amerikalılar yavaş yavaş Avrupa ile arasındaki farkı kapatmaya başlamışlardı. 1950’li yıllar boyunca 8000’lik merakından görece uzak kalıp (8000 m: Amerikan ölçü sisteminde 26240 feet) Yosemite’de Alpler’den getirip uyguladıkları kaya tırmanışı tekniklerini geliştirdiler. John Salathè, Yvon Chuinard, Royal Robbins, Willi Unsoeld gibi tırmanıcılar El Capitan ve Half Dome üzerinde önemli tırmanışlar gerçekleştirirken, Yosemite ile özdeşleşecek olan kendi tırmanış tekniklerini de geliştiriyorlardı.

Savaştan sonraki yirmi yıl boyunca, Orta Avrupa’ya göre daha geri sayılabilecek olan İngiliz ve Amerikalı tırmanıcılar yavaş yavaş standartlarını yükselttiler. İngiliz kayalarının çürük yapısı sikke kullanımını güçleştirdiğinden İngiltere’deki kaya tırmanıcıları kaya çatlaklarına takoz yerleştiriyor, bu amaçla başlarda perlon bant ucuna metal aksam bağlamayı tercih ediyorlardı. Sonraları kimi İngiliz üreticiler tarafından çeşitli emniyet malzemeleri üretilmişse de bu malzemeler ve bunlarla kurulan emniyet sistemleri özellikle Amerikalılar tarafından emniyetsiz bulunuyor hatta aşağı görülüyordu.

1970’lerin başında ansızın, neredeyse bir gece içinde, o ana dek temel emniyet malzemesi olan sikkeler gözden düştü. Herşeyi değiştiren, sikkelerin çatlak rotalarına onarılmaz zararlar verdiğini ve kimi rotaların bir süre sonra kullanılmaz hale geleceğini belirten bir makalenin yayımlanması oldu. O ana dek emniyetsiz malzemeler olarak bilinen takozlar rotaları korumanın tek yolu olarak belirlendi ve takozların geliştirilmesi için hummalı bir faaliyete girişildi. Bir kaç yıl içinde ard arda stopper, hexentric ve tricam formları geliştirildi. Asıl büyük gelişme ise farklı boyutlarda çatlaklara yerleştirilebilen friend ile oldu. Düzgün ve sağlam granit çatlaklarında friendler büyük bir emniyet ile kullanılabiliyordu.

1970’lerden itibaren sahneye çıkan yeni kuşak tırmanıcıların ortak özelliği olarak, yüksek irtifaya gitmeden önce çok zorlu Alpin tırmanışları gerçekleştirmeleri ve teknik ustalıklarının mükemmel olmaları gösterilebilir. Örneğin Messner Dolomitler’de, Jerzy Kukuczka Tatra ve Alpler’de önemli tırmanışlar gerçekleştirmişlerdi. Ekspedisyon liderleri teknik rotaları denemeyi istiyor, dolayısıyla teknik beceriye önem veriyordu. Öte yandan bir ekspedisyona dahil olmanın getirdiği kısıtlamalar ve yüksek maliyet, dağcıları Alpin stilinde yüksek irtifa çıkışlarına giderek daha çok özendiriyordu. Küçük ve hızlı bir ekip, minimum yük ve tercihan daha önce çıkılmamış teknik bir rota, yüksek irtifada Alpin stilinin temel özellikleri olarak ortaya çıkıyordu.

Büyük bir dağcılık geleneğinden gelmekle birlikte, finansal açıdan büyük zorluklar yaşayan Polonyalılar[3] bu stili tercih etmeye başladılar. İlklerinden ve en iyilerinden biri 1971’de geldi, Akher Caq (7071m) 1800 metrelik kuzey duvarı Jasinski, Kowalczyk, Kurtyka ve Rusiecki tarafından 25 günde tırmanıldı. Şubat 1973’de Zawada ve Piotrowski Noshaq tırmanışı ile 7000 metrelik bir dağın ilk kış tırmanışını gerçekleştiriyor ve Himalayalar’da kış dağcılığı dönemini başlatıyorlardı. Jerzy Kukuczka, Voytek Kurtyka, Kryzstof Wielicki ve Andrzej Czok ve diğerlerinin başarıları ardarda geldi. Himalayalar’ın en sert dağcısı Kukuczka tüm 8000’likleri tamamladı, fakat 1989’da o zamana dek yapılan en zorlu tırmanışı Lhotse güney yüzü Alpin solo çıkışını tamamlamasına bir kaç yüz metre kala düşerek hayatını kaybetti. Kurtyka ise Trango Tower ve Gasherbrum IV’de sergilediği gibi teknik yüksek irtifa tırmanışlarının ustası idi. Wanda Rutkiewicz, Everest’e çıkan ilk Batılı kadın olarak ülkesinde ulusal kahraman ilan edilmişti. Polonyalıların bir diğer başarısı Şubat 1980’de geldi, Wielicki ve Cichy Everest’in ilk kış çıkışını gerçekleştirdi.

Alpin stil Himalaya tırmanışları varolan en zorlu, en tehlikeli dağcılık biçimidir. Kukuczka, Pierre Beghin, Alex McIntyre, Peter Boardman, Joe Tasker gibi dünyanın en iyi dağcılarından bazıları bu tip tırmanışlar sırasında hayatını kaybetmiştir. Buna karşılık sportif niteliği eşsizdir, Jean Troillet ve Erhard Loretan’ın Everest kuzey yüzü direkt çıkışlarında olduğu gibi. Alpin stil Himalaya tırmanışı Türk dağcıları tarafından şu ana kadar yalnızca bir kez, üstelik de solo olarak, Uğur Uluocak tarafından 8200 metrelik Cho Oyu dağında gerçekleştirilmiştir. Uluocak bu tırmanışı ile iki hafta içinde arka arkaya iki sekizbinlik dağa tırmanarak dünya çapında bir başarıya ulaşıyor ve Fransız Alpin Rando dergisinde bu başarısı övülüyordu.

Türkiye dağlarında gerçekleştirilmiş en zorlu tırmanışlar hangileri olabilir? Kişisel bir değerlendirme ile, bir çok tırmanış arasından iki tanesinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Doğan Palut ve Batur Kürüz tarafından gerçekleştirilen Aladağlar Demirkazık kuzey duvarı kış çıkışı (1998) ile Uğur Uluocak, Alper Işın Duran ve Haldun Ülkenli tarafından gerçekleştirilen Hakkari’deki Cilo dağlarının en yüksek zirvesi Reşko’nun kuzey duvarı tırmanışı (2002).

Zorluğundan bağımsız olarak, Türk dağcılığını en çok etkileyen iki tırmanış ise, 1991’de Ertuğrul Melikoğlu’nun Demirkazık kuzey duvarının ilk Türk tırmanışını solo gerçekleştirmesi ile, 1995’de Nasuh Mahruki’nin Everest tırmanışıdır. Melikoğlu’nun sıra dışı ve iddialı tırmanışı, bir çok tırmanıcı için hedef geliştirici olmuştur. Mahruki’nin Everest tırmanışı ile birdenbire medyatik olması ve akabinde bilinçli olarak arttırmaya çalıştığı popülaritesi, dağcılık konusunda teorik birikimi veya pratik görgüsü olmayan medyada kahraman olarak lanse edilmesine yol açmıştır. Everest’e düzenlenen ticari ekspedisyonların birine müşteri olarak katılan, batılı rehberlerin ve Nepalli yerli Şerpaların desteğiyle tırmanan Nasuh Mahruki’nin, dünya çapında bir başarı kazanmışcasına tanıtılması Türk dağcılarının uzun süre tepki ve eleştirilerini almıştır. Her ne kadar, gelişen süreçte adeta kadrolu kahraman rolüne de soyunmuş olsa Mahruki’nin zirveye ulaşan veya ulaşmayan tırmanışları, bir çok Türk dağcısı için yeniden hedef belirleme anlamında yol gösterici olmuştur.

Geleneksel (Alpin) kaya tırmanışının malzeme taşımak, hat döşemek gibi pek çok zorluğunu kaldıran, oldukça emniyetli ve neredeyse hiç risk içermeyen bir tırmanış biçimi olarak, 1980’lerde Fransa’da Spor Tırmanışı ortaya çıktı ve kısa sürede yaygınlık kazandı. Genellikle bir ip boyunu aşmayan, önceden döşenmiş kısa rotalarda yapılan spor tırmanışlarında atletizm, güç ve esneklik ön plana çıkmaktadır. Yarışma ve rekabeti ön plana çıkarması yüzünden, dağcılığın temel ilkelerinden saptığı yolunda çeşitli eleştiriler yöneltilen spor tırmanışında amaç zirve değil, yüksek dereceli rotaları tırmanmaktır. Alpinist kökenli olup spor tırmanışını antreman dışında yapanlara pek rastlanmamakla birlikte, spor tırmanışından yetişip Alpinizm’e kayanlara sık rastlanmaktadır. Örneğin, Kurt Albert ile birlikte Trango silsilesindeki Nameless Tower’in Eternal Flame rotasını açan Wolfgang Gullich veya Catherine Destivelle gibi.

1974’de o ana dek en iyi çıkış zamanı üç gün olan Eiger’in kuzey yüzü, Messner ve Habeler’in on saatlik tırmanışına tanık oldu. Messner’in bu ve benzeri tırmanışları ile, hız kavramı dağcılık gündemine girmişti. Hızın artması ile birlikte 1980’lerin bir modası olarak kısa sürede birden fazla zirveye tırmanma akımı da dağcılıkta görüldü. Alpler’in Eiger, Matterhorn, Dru, Grandes Jorasses gibi meşhur kuzey duvarları tekrar popüler oldu, solo ve mutlak solo (free solo) duvar çıkışlarına daha sık rastlanır, belirli bir yetkinliğe geldiğini göstermek isteyen bir çok dağcı bir hafta içinde üç kuzey duvarına birden tırmanır oldu. Bu yaklaşımın Himalaya yansıması da ilk olarak Messner’den geldi ve 1984’de Hans Kammerlander ile birlikte arka arkaya Gasherbrum I ve II’ye tırmandı. Bir diğer önemli travers ise yine 1984’de Broad Peak’in üç zirvesini kapsayan Kukuczka-Kurtyka tırmanışında gerçekleşti. Aynı yıl Wielicki bir günde Broad Peak’e çıkmayı başarmış, 1996’da ise Jean Christoph Lafaille Gasherbrum I ve II’yi dört gün içinde solo tamamlamıştır..

Günümüzün güncel Himalaya tartışmaları ise ticari ve sportif etkinlikler ekseninde cereyan etmektedir. Himalayalar’da görece yeni olan uluslara mensup kimi dağcılar yeni bir kahramanlık/fetih rüzgarı estirmeye çalışmakta, ticari ekspedisyonlarla ulaştıkları zirveleri görülmemiş bir sportif başarı olarak kabul ettirmeye çalışan dağcılara sıklıkla rastlanmaktadır.



[1] Gerçekte 8000 metrenin üzerine çıkan zirve sayısı 22’dir. Broad Peak ve Kangchenjunga gibi kimi dağlarda aynı kütle üzerinde birden fazla zirve bulunmaktadır.
[2] Dünyada açık rotalar üzerinde bir çok emniyet malzemesi (bolt) döşendiği için yeni bir rota açma ile açık bir rotayı tırmanma arasında büyük bir farklılık bulunuyor. Örneğin, Catherine Destivelle 1990’da Bonatti rotasını dört saatte mutlak solo çıkarken, bir yıl sonra açtığı kendi rotasını yapay tırmanış ile on günde tamamladı.
[3] Polonyalılar adeta ekmeklerini taştan çıkarıyorlardı. Polonya hükümeti bir çok ekspedisyonu resmi olarak finanse etmekle birlikte, 80’lerin başından itibaren sayısı hızla artan Polonyalı yüksek irtifa dağcılarının birçoğu için gerekli para endüstriyel baca temizleyerek veya Yeni Delhi, Katmandu gibi kimi merkezlerde tezgah açarak satılan Polonya mallarından elde ediliyordu.

Talihsiz Bir Dağcılık Yazısı



Sevgili dostum Uğur Uluocak ile Outdoor dergisine Dağcılık Tarihi yazıları yazma teklifi almıştık. Aşağıdaki yazı ilk ve son yazımız oldu. Bu sayı ile birlikte, Outdoor dergisi yayıncısının ani bir kararıyla kapandı. Fotoğrafta Eiger'in kuzey yüzünde tırmanan bir dağcı görülüyor.

DAĞCILIK TARIHINE GIRIŞ


Ilk ortaya çıkan sporlardan biri değildir dağcılık. Atletizmden, okçuluktan veya yelkencilikten çok daha sonraları doğmuş, bunun için 19.yüzyılı beklemiştir. Ancak, herbir dağcının yaşadıkları, bu yaşananların doğayla içiçeliği, mücadeleci yönü, dağcılığın tarihini diğer tüm sporlara göre ayrıcalıklı bir yere koymuştur. Dağlarda günler geçirilir, haftalar, aylar, hatta tam bir ömür bile geçirilir. Kimileri oraları resmeder, kimileri sadece tırmanır, bazıları fotoğraflar, diğer yandan bazı dağcılar dağ mekanında ölümle burun buruna gelir, kimisi ucu ucuna kurtarırken, bir başkası ölümün kollarında bulur kendini...

Son derece zengindir dağcılık tarihi. Kitaplara sığdırmak mümkün değildir. Dergi makalelerine ise hiç sığmaz.

Biz bu sayfalarda, bu sayıdan itibaren dağcılık tarihinde küçük gezilere çıkmayı deneyeceğiz. Her ne kadar kaygımız okuyucuyu sıkmamak, zevkli bir gezinti sunmak olsa da, başlı başına toplumsal bir inceleme konusu olan bu spor dalının tarihsel ayrıntılarına girişimiz kimi zaman analitik olacak. Bu tarihten çıkartılacak çok bilgi var çünkü. Dağcılığa dönük, insana dönük, toplumsal olana dönük.. Yani yaşama dönük..

****

Bu ilk yazıda biraz daldan dala gezinti yapalım diyoruz. Örneğin, tarihten bazı çarpıcı sayfaları aralayabiliriz. O kadar ilginç olaylarla dolu ki dağcılığın tarih sayfaları.

Geçenlerde Everest’e tek bacağı takma olan bir dağcının çıkışı haber oldu. Yeni ve ilgi çekici bir olaydı bu. Sir Geoffrey Winthrop Young ise 1914’de savaş sırasında kaybetmişti bacağını. Geçmişinde Jungfrau ilk çıkışı da olan Young ailesinin, 1866 yılında Geoffrey’nin amcasının dağda yaşamını yitirmesinden sonra dağcılıkla ilişkisi kesilmişti, ta ki Geoffrey Alp “ziyaretlerine” başlayıncaya kadar. Sir Geoffrey savaş sonrasında tek bacağı ile 1935’e kadar aktif dağcılığa devam ederek Matterhorn dahil birçok zirveye çıkmayı başardı.

19. yüzyılın sonlarına doğru kimi dağcılar rehberli tırmanırken, kimileri rehber almayı reddediyordu. Içinde bulundukları döneme göre son derece cüretkar olan bu tavrı ortaya atan ve destekleyenlerden biri de Eugen Guido Lammer’di. Nietzsche’nin izleyicilerinden biri olan bu dağcı ileri yaşlarında Nazi olacaktı. Solo, gece ve kötü havada tırmanmak onun için alışılmış davranışlardı. Balayını da benzer bir şekilde geçirmeyi yeğlemişti Lammer. Bu denemede eşiyle oldukça zor anlar yaşamış, ölümden güçlükle kurtulmuştu.

Lammer’den bir önceki kuşaktan, erken dönem rehberlerinin belki de en başarılısı olan Christian Almer de dönemine göre uç işler peşindeydi. Rehberliğe uzun yıllar devam etti. Hepsi de birinci sınıf rehber olan beş oğlu ile birlikte tırmanıyordu. Evliliklerinin 50. yılını kutlamak için ise karısıyla birlikte Wetterhorn’un zirvesine yaptıkları tırmanış sırasında Almer 70, karısı ise 71 yaşındaydı.

Bugün için dahi olağandışı girişim sayılabilecek başka birçok örnek yaşandı dağcılık tarihinde. Bugün olağan sayılan bazı girişimler ise, dönemine göre son derece ileri ve delice girişimler olabiliyordu. Bunlardan biri de dağcılık tarihiyle uğraşanların genellikle ilk alpin etkinlik olarak gösterdikleri 1492 tarihli Mont Aiguille çıkışıydı (bu tırmanışın öyküsünü ilerki sayılardan birinde özel olarak ele alacağız). Fransa Kralı VIII. Charles’ın görevlendirdiği Senyör Antoine de Ville aralarında ağaç ve duvar ustalarının da olduğu kalabalık bir ekiple 2 yıl süren bir uğraştan sonra “ulaşılmaz dağ”ın doruğuna çıkmayı başarıyordu. Bu tırmanış yalnızca ilk kayıtlı tırmanış değil, aynı zamanda ilk yapay ve ilk sponsorlu tırmanıştır. De Ville’in doruğa ulaştıktan sonra ilk işi dağcı “Saint Charlemagne” adıyla vaftiz etmek olmuştu. (Benzeri uhrevi güdüler 500 yıl sonra hala zirve defterlerinde göze çarpmıyor mu?!)

De Ville’in girişimi ilk kayıtlı tırmanış örneklerinden biri olarak gösterilse de, o dönem dağcılık etkinliğinden bahsetmek henüz mümkün değildi. Bunun için 19.yüzyılı beklemek gerekecekti.

Tarihte hiçbir dönem bıçakla kesilir gibi başlamasa da, bazı tipik olaylar bu dönemeç noktalarını belirlemek için kullanılabilir. Wills’in Wetterhorn çıkışı da (1854) bunlardan biridir. Gerçi, bu tarihten önce çıkışı yapılmış 132 zirve sayılmaktadır. 1854-65 arası Dağcılığın Altın Çağı olarak bilinir. Meije hariç, tüm büyük zirveler tırmanılmıştır. 1965-1914 arası ise Gümüş Çağ olarak adlandırılır. Bu dönemde rotanın önemi, zirvenin önüne geçmiş, daha küçük fakat daha zorlu zirve sırtları tırmanılmıştır. Bazı muzip tarihçiler 1914 sonrasını gelişen teknolojilere bağlı malzeme ve ulaşım kolaylıklarını gözönünde bulundurarak Demir Çağ olarak adlandırırlar.

Gerek Altın Çağı döneminin, gerekse Gümüş Çağı döneminin dağcıları, dönemlerinin “deli” tipleriydi (günümüzde de durumun çok farklı olduğunu söylemek ne kadar mümkün, tartışılır). Bugünün dağcıları biraz daha normal görülüyorlar. 1788-1806 yılları arasında Disentis Manastırı’nda görevli iken Alpler’i gezen ve 8 zirvenin ilk çıkışını yapan rahip Placidus à Spescha’nın rahip kardeşleri tarafından bir deli ya da Fransız casusu olarak görülmesi son derece beklenen anlaşılabilir bir tavır değil miydi? Ya birkaç yıla yüzlerce zirveyi sığdıran dağcılara ne demeli?

Alışılmış ve alışılmış dışı olanı akıl ile akıl dışını ikilemi olarak algılamanın sonucunda oluşan “deli”ler ordusuna, bitki fizyoloğu ve felsefe doktoru olan Paul Preuss da giriyordu. Bugün için dahi zor sayılabilecek yerler çıkan ve “çıktığınız yerden inin, aksi taktirde kabul etmem” diyen bu dağcı değil miydi?

*******

Sakın yanlış anlaşılmasın. Dağcılık tarihindeki deliliklerin büyük bölümü tırnak içine alınmayı hakeden cinstendir. Yani, bu sporun tarihi sadece deliliklerle dolu değildir. Dolu dolu öyküler vardır bu tarihte. Toplumsal yaşamla paralel bir şekilde gelişen, toplumsal yaşamı kendi içerisinde yeniden üreten bir spor dalı olarak, dağcılık kimi zaman milliyetçiliğin oyun alanı olmuş, kimi zaman cephede çatışan askerlerden aşağı kalmamacasına dağcılar kendi aralarında çatışmış, kimi durumda dağların fethi için devlet gücü devreye girmiş, seyrek olarak da lirik bir ezginin esin kaynağı olmuştur dağcılık. Önceleri bilimle içiçe büyümüş, ardından üstün insan kültünün somutlandığı bir alan olmuştur.

Dopdolu bir tarihtir dağcılık tarihi.

Bu sayıdan itibaren, siz okuyucuları bu tarihte birlikte gezinti yapmaya çağırıyoruz. Bu zenginliği sizlerle paylaşalım, dağcılığa bakışı biraz daha geniş bir açıda tutalım istiyoruz.

Alex Lowe



2000 yılında yazdığım bu yazı, o tarihlerin popüler futbol tartışmalarından usandığım bir sırada kaleme alınmıştı. Fotoğrafta yine Alex Lowe var.

Avrupalı, Asyalı, o büyük, bu büyük, kim en büyük, efsane-kestane tartışmalarından usandığım için farklı bir konudan girip biraz eleştiri yapmak istiyorum.

Alex Lowe’dan bahsetmek istiyorum. Dünyanın en çok yönlü, en başarılı, en iyi dağcısından (bizim örneğimizde en büyük de denebilir). Dağcılığın yüksek irtifa, kaya, buz, miks gibi farklı alanlarının hepsinde birden en üst düzeyde işler yapan ekstrem bir sporcuydu Alex. Olağandışı bir çok tırmanış başarısının yanında Alaska’daki McKinley dağında (Denali) 6000 m civarında yükseklik hastalığına kapılmış bir İspanyol dağcıyı sırtında yukarıya helikoptere taşıması gibi insanüstü performanslar sergilemişti.

Ağustos 99’da Karakurum Himalayaları’nda yaptığı dört haftalık duvar tırmanışından sonra, “Bu adamın tırmanamayacağı yer yok mu?” manşetlerini okuduk. Kendisi için yapılan bir başka değerlendirme de şuydu “World class climber, first class man”. Yine dünyanın önde gelen dağcılarından Dave Hahn’a göre bir sıralama yapmak gerekirse, en yukarıda bir yerde Alex Lowe vardı, diğer herkes onun çok arkasından geliyordu.

Dağcılık çevrelerinde oluşan “Alex Lowe, dünyanın en iyi dağcısı” görüş birliğine katılmayan biri vardı, Alex’in kendisi. Alex’e göre, aynı koşullarda yarışmak söz konusu olmadığı için bu sporda bu tür değerlendirmelerin maddi temeli yoktu. “Ben sadece kendisini geliştirmeye çalışan bir sporcuyum” diyordu. Dağcılık dünyasında Reinhold Messner ile zirveye ulaşan, Türkiye’de de örneğini gördüğümüz “ben var ya ben..” söylemine sapmadığı gibi, “sen var ya sen..” söylemini de reddediyordu.

Alex Lowe 1999 Eylül’ünden beri Tibet’te Shishapangma dağının buzlu yamaçlarında bir yerlerde yatıyor. Büyük bir hayranlık beslediğim bu sporcuyu düşündükçe, mizahi sınırların dışında yaşanan “biz var ya biz…en büyük, en kocamanız… Avrupalıyız, hatta uzaylıyız…” söylemi içimi karartıyor. World class olmakla, first class olmak arasında anlamlı bir fark olduğunu hatırlatıyor.

İlk Türk Himalaya Ekspedisyon Şeysi...




2005 yazında bir grup Türk dağcısı Pakistan Himalayalarında bulunan Gasherbrum II zirvesine tırmandılar. Aşağıdaki yazı bu tırmanış öncesinde yazıldı ve dağcılıkla ilgili yazışma listelerine gönderildi. Fotoğrafta Alex Lowe görülüyor.

Arkadaslar,

Gasherbrum II’ye ekspedisyon duzenleyen arkadaslarin web sitesini inceledim. Bu sirada zamanda biraz geriye gittim. 1998’e kadar...

Kafama bazi seyler takildi. Tanitim filminde Turkiye’den Himalayalar’a duzenlenen ilk ekspedisyon denilmis. Demek ki 1998’de Ugur Uluocak’in liderliginde K2’ye duzenlenen ekspedisyon bu kategoriye girmiyor. Demek ki, bizim 1998 K2 Turk ekspedisyonu diye bildigimiz sey,
a.) Turk degil de, Yunanli veya Suriyeli dagcilar tarafindan duzenlenmisti
b.) Himalayalar’a degil de, Taklamakan colune falan gidilmisti
c.) Unutulmustu.

Eger a veya b secenekleri gecerli degil ise durum daha da vahim gorunuyor. Ne de olsa iki ekspedisyonda bir kesisim kumesi, her ikisinde de yer alan bir dagci var; Serhan Pocan. Bu durumda, “hafiza-i beser nisyan ile maluldur” diyelim. Ancak uyarmadan gecemeyecegim; Serhan Pocan’in deneyiminden oturu ekip liderligi gorevini ustlenmesi pek muhtemel ve bu da unutkanliginin dogurabilecegi riskleri takim acisindan daha da arttirabilir. Ustelik de bu durum sadece tirmanis sirasinda gecerli degil. Olur da ekip uyelerinden biri biraz daha kalmaya karar verirse, ailesine ve arkadaslarina durumu haber etmeyi, sevdikleri hakkinda bilgi vermeyi de unutmamak gerek.

Yine zamanda beni geriye goturen baska bir konu daha var; sponsor meselesi. 1997-98 civarinda ODTU DKSK listesinde epeyce tartisildigini hatirliyorum. O zamanlar genel olarak kotu ve pis bir sey olarak algilaniyordu sponsorluk. Simdiyse, “bize zaman ayirdiginiz icin tesekkur ederiz” noktasina gelinmis. Bunu degerlendirecek veya elestirecek degilim. Sadece zihnime ususen sahneleri kovamiyorum. Neler mi bunlar? Aylar ve aylar boyunca suren kosusturmalar sonucunda elde edilen sponsorluklari hatirliyorum. Ugur Uluocak isteseydi eger, baskalarinin yaptigi gibi, 3 veya 4 sekizbinlige tek basina gidecek kadar kaynak bulmustu. O bir takim goturmeyi secti. Daha dogrusu hayalinde bir takim olarak gordugu birilerini... Iste bunlari hatirliyorum. “Sponsorluk bizim degil Ugur’un meselesi” denilmesini hatirliyorum. Sonra da “Gasherbrum II, ilk Turk Himalaya Ekspedisyonu” ifadesini goruyorum.

Umarim bu ekip kismen veya tamamen Gasherbrum zirvesine ulasmayi basarir. Turk dagciliginin buna ihtiyaci var. Ama soylemeden gecemeyecegim, birisi Alex Lowe icin “world class mountaineer, first class man” demisti. Bu cumlenin birinci kismina konsantre olurken, ikinci kismini hic unutmamak gerekli.

Bu yazida ciddi olmayan yerler de vardi ama en ciddi kismi su ki, ictenlikle basari ve kolaylik diliyorum...

Kızılderililerin Asimilasyonu




Christopher Columbus’un 1492’deki keşfinden hemen sonra başlayan Amerikan yerlilerini sindirme, topraklarına ve doğal kaynaklarına el koyma süreci, 1886’da son Kızılderili direnişçisi Apache reisi Geronimo’nun teslim olmasıyla tamamlandı. Bütün Amerikan kıtasında onmilyonlarca yerli Avrupalılar tarafından ortadan kaldırılmış, yüzlerce ulus, yüzlerce dil, yüzlerce kültür bir daha dönmemecesine yeryüzünden silinmişti.

El koyma sürecine görece daha geç başlayan ancak 1860-90 arasında büyük bir hızla tamamlayan ABD’de, ülkenin batısında yaşanan olaylar kolayca gerçek boyutundan sıyrılarak efsane katına yükselmişti. Batıya ait hikayeler o derece saptırılarak yaygınlaştırıldı ki, dünyanın çok başka coğrafyalarının çocukları tahtadan tabancalarıyla “melun kızılderilileri” kovalayarak büyüdü.

Amerikan kültürünün ulaştığı tüm coğrafyaların ortak düşmanı haline gelen Kızılderililerin bir bölümü bu kanlı süreçten yaralı, bitkin, muhtaç ama herşeye rağmen canlı çıkmayı başardılar. Fobinin ortadan kalkması ile başlayan kısmen kültürel, kısmen turistik, kısmen bilimsel ilgi yardımı ile “asmayalım da besleyelim mi” yaklaşımı yerini “asmayalım ama asimile edelim” görüşüne bıraktı.

19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyılın önemli bir bölümünde ABD ve Kanada hükümetlerinin uyguladığı resmi “uygarlaştırma” politikalarının ana hedefi Kızılderili geleneklerini ve kabile yaşamını ortadan kaldırmaktı. Oluşacak boşluk elbette Avro Amerikan kültürel gelenekleriyle doldurulacaktı.

Asimilasyon politikaları dört ana hedefe yönelik olarak gerçekleştiriliyordu. Tarıma dönük bir yaşam biçimini oturtarak avcılığa dayalı, göçebe ve mülkiyet kavramı olmayan yaşam biçimini silmek. Geleneksel giyim tarzını ortadan kaldırarak, yalnızca beyazların giyim tarzını geçerli kılmak. Hıristiyanlaştırmak yoluyla Kızılderililerin geleneksel inançlarını silmek. Bütün bunlardan daha da şiddetli olarak uygulanan eğitim yoluyla uygarlaştırmayı ise ayrıca incelemek gerekir.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde “American college”ler kurulurken, ABD’de de ülke içine hizmet vermek amacıyla “boarding school”lar ve Kızılderili kolejleri kuruluyordu. Bu asimilasyon okulları fakir Kızılderili halkının çocuklarına iyi bir eğitim sağlamak amacını güdüyordu. En tanınmışları olan Pennsylvania’daki Carlisle Kızılderili Okulu 1879’da ülkenin dört bir yanından gelen Kızılderili çocuklarını kabul etmeye başladı. Okulun kurucusu Richard Henry Pratt’e sorarsanız, okul rezervasyondan ne kadar uzaksa o kadar iyiydi.

Pratt’in okulun iyiliği konusunda koyduğu kriterler tartışmalı olsa gerek. Geronimo’nun teslim olmasından sonra, bir çok Apache çocuğu Carlisle’a gönderilmişti. Kısa bir süre sonra, bunların elli kadarı bu okulda hayatını kaybetti.

Hükümetlerin asimilasyon politikalarına direnen bir çok Kızılderili de oldu elbette. Geleneksel giyim tarzlarından vazgeçmedikleri için “Battaniye Kızılderilisi” diye aşağılanan bu insanlar, bir asır sonra hala sürdürülen bir mücadelenin temsilcisi oldular.

Maceracılığın Tarihine Bir Bakış

(Daha önce Atlas Macera'da yayınladığım bir yazı)

Seyyahın vücudu güçlü ve sağlıklı olmalıdır, bütün yolculuklara dayanabilmeli, duruma göre arabalı ya da arabasız gece gündüz yol alabilmeli, önüne ne konursa yiyip içebilmelidir. En ufak bir zorluktan yılacak kadar dayanıksız ve narin olan kimseler evlerinde otursunlar daha iyi.
D.H. Kemmerich (Yeni açılan Bilimler Akademisi, 1711)
[1]

Sık bir ormanın içinde, dik bir kayanın ortasında veya bir buzulun üstündesiniz; bir kaç adım atacak veya bir kaç metre yükseleceksiniz. Ya da bilmediğiniz topraklarda, yabancı vahşi sularda olabilirsiniz. Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek bir maceraya atılmış olabilirsiniz, maceranız buzulda bir kaç adım ile de somutlanabilir, denizde bir kaç haftayla da.

Aşk macerası, Türkiye’nin AT macerası gibi örnekleri çoğaltılabilecek macera alt türlerini şimdilik bir kenara bırakalım ve ‘macera’ kavramına odaklanalım. Günümüzde kabul edilebilir riskler içerecek biçimiyle sportif ve turistik bir olgu haline dönüşmüştür modern insanın macera ihtiyacı. İhtiyaç? Evet, bir çokları için günlük hayatın rutininden bir hafta sonu kaçamağı ile sıyrılış olmaya, bir ihtiyaç olmaya başladı ‘macera’, sayısı giderek artan profesyonellerin de yardımıyla.

Bir parapant uçuşu veya bir rafting faaliyeti; modern insana, önceden bilinebilir, anlaşılabilir, kabul edilebilir riskler, ki bunlar şüphesiz hem tartışmalı hem subjektif kavramlardır, içeren bir ortamda yaptırılabiliyor artık. Ne olsa binlerce yılın ekonomik, teknolojik ve kültürel gelişmelerinin kaymağındayız. Şimdilik ‘ticari’ ve ‘sportif’ ayrımının üzerinde de fazlaca durmayalım, nasıl olsa dergimizin zaman içinde bu konulardaki kavram kargaşasını netleştireceğimizi umuyoruz, gelin biraz tarihte yolculuk edelim.

Geçmişte de günümüzün moda akımının tam tersi geçerliydi; önceden bilinemez, tanınamaz, anlaşılamaza doğruydu faaliyetin yönü. Bu faaliyet; ticaret, ilim(!), bilim, güç, zenginlik gibi farklı uyarımlarla harekete geçen, çokluk içinde bir yolculuk barındıran, “keşke olmasa” dedirtse bile, ister istemez bir maceraydı genellikle. Alın Gılgamış’ı, koskoca krallık neyine yetmezse, tutar ölümsüzlük peşine düşer, çöllerden dağlara, denizlere koşturur, yelken açar, dalar çıkar, ölümsüzlük peşinde öleyazar.

Şimdilerde maceralı meslekler azaldı ya, endüstriyel dalgıç, savaş muhabiri, komando, astronot falan değilseniz gönlünüz ferah. Oysa bir de bundan 2500 sene önce Afrika’nın güneyini dönen Fenikeli tüccarı düşünün. Hemen aynı tarihlerde Kartacalı Hannibal’in Afrika’nın batı kıyısından başlayıp kıtanın içlerine yaptığı yolculuğa ne demeli? Gördüğü gorilleri tasvir etmekte biraz çaresiz kalmış olabilir ama Kamerun dağının patlamasını çok da renkli anlatmıştı.

Massilia’lı coğrafyacı Pytheas’ı da hatırlayalım lütfen. İsa’dan üç asır evvel kuzeye doğru keşfe çıkan, Britanya’yı, İskandinavya’yı, Kuzey Almanya’yı gezen bu maceracı bilginin anlattığı deniz akıntılarına, otuzaltı metre köpük yaratan fırtınalara, gelgit olayına, uzun kutup gece ve gündüzlerine dair anlattıklarıyla dalga geçilmiş, büyük bilgin ve yazıp çizdikleri kısa sürede unutulmuştu.

Doğu’ya karşı merak dorukta iken Cengiz Han’ın ülkesini karış karış dolaşan tüccar Polo ailesi ve özellikle Marco Polo şüphesiz unutulmaz ancak, esas İbni Batuta’nın bilgisini, görgüsünü arttırmak için Çin ve Hindistan’a yaptığı çeyrek yüzyıllık yolculuğu hatırlamak gerek.

Tarih yazanın bakışına göre bir kurmacadır elbet, Columbus kendince büyük bir maceraya din ve zenginlik adına girmişti. Oysa “davranışları terbiyeli ve övgüye değer” diyerek işe başlayıp onbinlerce yerlinin ölüm ve sefaletine yol açan uğursuz gelişmelerin ve ardı sıra giden Pizarro ve Cortez gibi katillerin yolunu açmıştı. Oysa aynı tuhaf 1492 yılında, kendi halinde Dompjulien ve Beaupré senyörü Antoine de Ville Fransa kralının emriyle ‘ulaşılmaz’ Mont Aiguille dağının zirvesine çıkmak gibi daha zararsız işlerle uğraşıyordu. Bu maceradan yalnızca, yiyecek muamelesi gören zirve platosundaki tavşanlar zarar görmüştü.

“Macera bir ihtiyaçtır” önermemize dönelim. Dedik ya, hayat gailesi, meslek icabı macera pek yaşanmıyor bugünlerde. İnsanlar doğa ve macera sporlarına artan bir ilgiyle yöneliyorlar. Yürüyen, dalan, tırmanan, kayan, uçan pek çok insanoğlu var ortada, eh onlar oldukça medyaları da olacak tabii. Biz de zaman zaman neşeli, hüzünlü, didaktik, aksi, rüzgara karşı ama her zaman dürüst sesler vermeye çalışacağız. Herkese iyi faaliyetler…

[1] Winfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Dost Kitabevi

Kızılderili Meselesi




Atlas Dergisi'nin 99. sayısında yayınladığım Kızılderililer dosyası pek çok web sitesi tarafından araklanarak izinsiz kullanılmıştı. Benim yazılarımı kendi araştırmaları gibi yayınlayanların ıslah olması temennisi ile, o sayının editoryal yazısını kendi blogumda tekrar yayınlıyorum.

Çizgi romanlar filmlerden daha iyiydi. En azından kırık dökük de olsa bir kaç cümle kuruyorlar, çatık kaşları, kötülüklerini özellikle vurgulayan yamuk ağızları ile gerçek bir karakter olmaya daha yaklaşıyorlardı. Oysa filmler öyle miydi ya? Korkunç çığlıklarla son sürat asıl kahramanların peşinde koşan basmakalıp tipler. Kavak dallarından ok yapıp, saçıma kaz tüyü taktığım dönemde bile filmlerdeki Kızılderililere hiç ısınamamıştım doğrusu.

Zagor’un çatapatlarından etkilenen orman kızılderililerini pek tutmazdım. Gece Kartalı Teks ve Kit Carson’un yönetimindeki güzel çizilmiş Navajolar daha çekici gelirdi. Apacheler çok acımasız ve kan dökücüydü, bu yüzden biraz uzak dururdum ama Ontario ormanlarında yaşayanlara hiç sözüm olmazdı.

Tarih bir kurmacadır elbet, ancak “bu kadar da kurulmaz ki” dedirten bazı işlerin dönebileceğine en iyi örnek Amerikan Yerlilerinin başına gelenlerdir. Bu kadar kadersiz bir ulusa dünya tarihinde pek rastlanmasa gerek. Hem toprakları ellerinden zorla alınsın, hem yaşama biçimleri ve inançları zorla değiştirilmeye çalışılsın, hem yoksulluk ve alkolizme mahkum edilsin hem de bütün bunlara başkaldırmaya kalktığında da “barbar vahşi” hükmüyle yokediliversin. Kabullenmek için zor bir kader.

Kader, rastgele seçilmiş bir sözcük değil burada. 1845’de US Magazine and Democratic Review dergisinin editörü John O’Sullivan’ın formüle ettiği Kader Bildirisi’nden esinlenmiş bir sözcük. Avrupalılar’ın bütün Kuzey Amerika’nın hakimi olmaları Tanrı’nın dileğiydi, O’Sullivan’a göre. Tanrı’nın dileğine karşı gelinemeyeceğine göre, gelsin topraklar, ormanlar, hayvanlar, madenler ve tabii gitsin vahşi Kızılderililer.

Tanrı’nın yolları esrarengizdir, derler. İrlanda’daki büyük kıtlık dönemlerinde açlıktan öleyazan, vahşi kapitalizmin zincirlere bağlayarak çalıştırdığı veya bu kadarcık bir çalışma imkanını dahi bulamayan milyonlarca insan Amerika’nın dillere destan bereketli, geniş topraklarına üşüşmüştü. Böylesi bir insan yapısının daha paylaşımcı, ezilmeye karşı olacağını düşünmek safça bir bakış olur. 19. Yüzyıl Amerikan insanı hırslı, sert, bağnaz ve acımasızdır. Bırakın Kızılderilileri, Avrupa kökenli olmayan göçmenler bile ezilir, en adi işleri yapmak zorunda kalır. Bu anlayış Mormon inancına dahi geçit vermez, ancak çok kanlı savaşlardan sonra kendilerine sığınacak bir çöl bulabilir bu küçücük tarikat.

Zavallı Kızılderililer önce dostça yüzlerine gülen, ardından bir takım belgeler imzalatıp toprakların bir bölümüne yerleşen daha sonra da bütün bütüne onları kovalayan beyaz adamlardan bir şey anlamadılar. Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; “topraklarınızı alacağız” dediler ve aldılar.

Sakın ola başka coğrafyalarla benzerlik aranmasın ama Kızılderili savaşlarını destekleyenlerin arkasında bir de savaş ekonomisinden beslenen tüccarlar gürühu vardır. Birleşik devletler ordusunun mühimmat, yiyecek, giyecek, kadın ihtiyacını karşılamak her yöresel tüccarın hayallerinin baş köşesidir. Ordu parasıyla semirip üzerine bir de kovulan Kızılderililerin topraklarına kondu mu değmeyin o tüccarın keyfine. Ardından ormanları kesmek, altın, gümüş, sonradan petrol adını alan kaya yağı madenlerini üretmek gelir. Bu tüccarın üç kuşak sonraki torunu, ürettiği araca Cherokee adını saygıdan mı verir, bilinmez.

Kıyımlar ve sürgünler, Beyazların geldiği yönden başlar. Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasına kadar yalnızca Atlantik kıyısı boyunca koloni oluşturmaya yönelik çabalar sırasında karşı karşıya gelinir yerlilerle. James Fenimore Cooper’in unutulmaz Son Mohikan romanında anlattığı türden bir kullanılma ilişkisi vardır şimdilik. Ne yazık ki Şahingöz gibi yerli göreneklerini benimsemiş solukyüz sayısı çok çok azdır.

Kolonicilerin Avrupalı babaların tahakkümünden kurtulurken, kendi adlarına insan hakları ve demokrasi mücadelesi yapmaları not edilmelidir. Şimdi yüzlerini batıya çevirmiş, zenginlik ve büyüme mücadelesine girişmişlerdir. 1850’lere kadar nispeten işler iyi yürür, ormanlık bölgelerde yaşayan Kızılderililerle kolayca başa çıkarlar. Ne zaman ki yayılma Büyük Ovalar’ın sınırına gelir işler karışmaya başlar. Ovalar kuzeyden güneye atlı, onurlu ve son derece savaşçı kabilelerle kaplıdır.

Kuzeyde Kanada sınırından aşağıya doğru Siouxlar, hemen güneyinde Cheyenne-Arapaho ittifakı, aşağıda Teksas bölgesinde Kiowa-Comanche grubu, Arizona’da Navajo ve Apacheler adeta geçilmez bir duvar oluşturmaktadır. Bölgedeki Kızılderililer sürekli olarak doğudan sürülen soydaşlarından Beyazlara ilişkin korkunç hikayeler dinlemekte ve bir yandan mücadeleye hazırlanmaktadır.

Pasifik kıyısında kuzeyde Oregon, güneyde California bölgesine sürekli olarak beyaz yerleşmecilerin göçü yaşanmaktadır. Sınır bölgelerinde yaşam efsaneleştirilmekte, Kızılderililer ise böyle bir güzellikte yeri olmayan vahşi düşmanlar olarak resmedilmektedir. 1848’de San Francisco’da altın bulunması müthiş bir göç dalgasına daha yol açar.

İç Savaş ile bir süre rahat alan Kızılderililer, bu hengamede Kongre’de Çiftçileri İskan Yasası adı altında bir düzenleme yapıldığından bihaberdir. Bu yasaya göre, isteyen herkese çiftlik kurmaya yetecek büyüklükte arazi çok ucuz fiyata verilecektir. Her şey iyi güzeldir de arazilerin kime ait olduğu konusunda küçük bir karışıklık vardır. Kızılderililer binlerce yıldır bu arazilerin kendilerine ait olduğuna emindir. Büyük Ovalar’daki yaban sığırı bölgelerinde pıtırak gibi bitiveren binlerce çiftlik Kızılderilileri çılgına çevirir.

Böylece yaklaşık 400 yıllık kanlı oyunda son bir perde daha açılır. Kabaca 1860-1890 arasına tarihlenebilecek bu dönemde Vahşi Batı’nın tüm büyük efsaneleri sahneye çıkar. Oturan Boğa, Çılgın At, Geronimo, Gaga Burun gibi büyük savaşçılar, Kızıl Bulut, Benekli Kuyruk, Yalnız Kurt gibi bilge politikacılar, Wovoka, Isatai gibi mesihler hatta On Ayı gibi şairler bu yolda varını yoğunu ortaya koyar.

Kızılderili tarihi saf yüreklerin acıklı, kolay okunamayan, lirik ve dehşetli öyküsüdür. İçine girmeye çalışan herkese kolay gelsin.