Sunday, December 04, 2005

Bir Aladağlar Faaliyeti


2001 yılında Yapı Kredi Bankası'nda bir Arama-Kurtarma takımı kurmuştuk. Dostlarım, Murat Yıldırım ve Uğur Uluocak da takımın kuruluşuna ve eğitimlerine destek vermişlerdi. Bu takımla 2001 Haziran'ında yaptığımız Aladağlar faaliyetini anlatan aşağıdaki yazı Atlas dergisinde yayınlanmıştı.
Fotoğrafta Direktaş'ın duvarından çıkmış, zirveye doğru yürüyorum. Arkamda Murat Yıldırım var.

İstasyona şok vermeyiiin! Yukarılarda bir setin arkasından geliyordu Uğur'un sesi. Sözlerinin anlamı açıktı, içini rahatlatacak kadar güvenilir bir istasyon kuramamıştı. İpe tüm ağırlığımı vermeye hiç niyetim yoktu doğrusu ama öncünün hızla yükseldiği daracık bacanın içine sırtımdaki çanta ile giremeyince, sağdaki yüzden tırmanmam gerekmişti. Murat sol altımdaydı. Bir iki denemeden sonra tam aradığım hamleyi buldum diyordum ki ayağımı bastığım taş kopup aşağı yuvarlandı. Ben de peşinden... Önce ipin boşluğu, ardından esnemesi derken dört metre düşerek havada asılı kaldım.

Tırmanış ekibimizdeki üçüncü kişi olan Murat Yıldırım'ın kocaman açılmış gözlerini gördüm ilkin. Çok kısa bir an bana baktı ve hemen yukarıda ipin sürtündüğü bölgeye çevirdi bakışlarını. Normalde çok dayanıklı olan dağ iplerinin yük altındayken kaya kenarlarına sürtündüklerinde kolayca kesilebildiklerini hatırlamam benim bakışlarımı da aynı noktaya yöneltti.

Neyse ipe bir şey olmadı. Kademe kademe inen 300 metrelik bir boşlukta on milimetrelik ipin ucunda sallanma duygusunu tattım. Uğur'un yukarıda ne olur ne olmaz tedbirliliğiyle benim yükümün büyük kısmını kollarıyla çektiğini henüz bilmediğim için, körük gibi soluk alan ciğerlerime rağmen kısa bir rahatlama duygusuna bile kapıldım. `Hadi devam et ortak' dedi Murat.

Aladağlar geçişi, çalıştığım bankanın kurtarma takımının eğitiminin bir aşamasını oluşturuyordu. Dinlenme gününde biz üç eğitmen Direktaş'ın doğu girintisini (diyedral) tırmanmaya karar vermiştik. Dağcılıktaki iki ustam, iki dostum Uğur ve Murat ile birlikte tırmanma fikri benim için heyecan vericiydi. Bir parça geç saatte başlayan duvar tırmanışı akşamüstüne doğru 3 bin 510 metrelik zirveden aşağıdaki kampa neşe içinde haykırışımızla sona erdi. Direktaş'ta birkaç kez tırmanış yapmış bir ekip olmamıza rağmen inişteki çok kolay klasik rotayı bulamayarak karanlığa kaldık.

Rotaya girişimizdeki gecikmenin nedeni bir önceki günün yorgunluğuydu. İlk gün bütün gece süren bir otobüs yolculuğunun hemen ardından Demirkazık dağ evinden traktörle Sokulupınar Yaylası'na gelmiştik. Tamamına yakını böylesi bir dağ faaliyetine ilk kez katılan 35 kişilik ekibimiz için birkaç katır kiralayarak, öğleye doğru Karayalak Vadisi'nden Yedigöller'e uzun yürüyüşümüz başladı. Amacımız Aladağlar'a Niğde tarafından girip Yedigöller Platosu'na çıkmak, ardından Hacer Boğazı üzerinden Kayseri tarafına, Kapuzbaşı (Barazama) Şelaleleri'ne inmek, yani Aladağlar'ı batıdan doğuya geçmekti.

Aladağlar güneye, Aladağ ilçesine (Karsantı) doğru alçalarak kilometrelerce devam eden muhteşem vadi ve ormanları, saklı köyleri, tarihi kalıntıları ve madenleri kucaklayan çok büyük bir silsiledir. Bizim niyetlendiğimiz klasik Aladağlar geçişi, diğer adıyla Aladağlar transı ise 1800 ile 3 bin 700 metreler arasında değişen vadi ve zirvelerin bulunduğu kuzey bölgesinde gerçekleştiriliyor. Dağcılık faaliyetleri de bu bölgede yoğunlaşıyor. Karayalak-Hacer geçişi, `Trans Toros' adı altında yabancı turistler için de sık sık organize ediliyor.

Sokulupınar'da 1800 metre irtifadan başlayıp Demirkazık'ın görkemli güney yüzünü ve haziran sonunda hâlâ karlı olan Peck kulvarını inceleyerek devam etti yürüyüşümüz. Yolun ne denli uzun, dağlarda irtifa kazanmanın ne denli yorucu olduğunu henüz bilmeyen ekip üyeleri başlangıçta kuytu köşelerde buldukları karlarla kartopu oynayacak kadar neşeliydi. Kaya duvarındaki bitkilerden, güneşlenen yılanlara kadar her şeyle ilgiliydik.

Önden katırlarla giden küçük bir grup hariç, uzun bir kol halinde yürüdük. Akşama varmamız gereken Yedigöller Platosu, Aladağlar'ın uzun sırt sistemleri tarafından kapatılmış bir havzaydı. Ortalama yüksekliği 3 bin 100 metre civarında ve birçok irili ufaklı göl barındırıyordu. Burası jeolojisi, faunası ve iklimiyle gerçek anlamda dağ koşullarının yaşandığı bambaşka bir dünya. Haziran temmuz ayları Yedigöller için ilkbahar niteliğinde bir dönemdi.

Vadide irtifa kazandıkça sağımızda Eznevit-Karasay silsilesinin duvarları yükselirken ilk yorgunluk belirtileri de görülmeye başladı. Oysa daha çok yolumuz vardı. Tam 3 bin 300 metreye kadar çıkacak, ardından 3 bin 100'e inecektik. Yol üzerinde üç bin metredeki Çelikbuyduran pınarına kadar da su yoktu üstelik. Suyu, bunu hesaba katarak ölçülü tüketmek gerekiyordu.Ekipte vücudu kırgın olan bir iki arkadaşı özellikle kollamaya çalışıyordum. Derken kendi dramım başladı. Soda ikram edildi 2 bin 700 metre civarında. Geri çevirir miyim? İçerkenki iştah yerini kısa süre sonra akşama kadar sürecek bir mide rahatsızlığına bıraktı. O gün bundan sonrası benim için artık mide köpürmesiyle geçen çok tatsız bir yürüyüş oldu.

Güneş alçalırken ikinci bir grup daha kampın kurulmasına yardımcı olmak için arkadaki ekipten koptu. Kızılkaya ile Emler'in arasına girmeye başlayan yolda Çelikbuyduran'da suya ulaştık. Çeliği çatlatacak soğukluktaki suyla doldurduk mataralarımızı.Murat Yıldırım'ın en arkadan gelmesine güvenerek ortadaki grupla yola devam ettim. Tempomuzu bozmamaya ve nabzımızı artırmamaya çalışarak önce Emler-Kızılkaya boynuna ulaştık. Bir saat ötedeki kampa vardığımızda ise saat sekiz dolaylarındaydı. Kamp büyük ölçüde kurulmuştu. Bize ocakları yakıp arkadan gelecekler için yiyecek içecek üretme işi düştü. Kendimi iyi hissetmem için kamp yerine varmam gerekiyormuş.

Saat dokuzda en arkadan gelen sekiz kişilik grupla telsiz bağlantısı kuramamak hepimizi endişelendirdi. Küçük bir ihtimal de olsa yardıma ihtiyaçları vardı belki de. Uğur'la birlikte bir çantaya bolca kazak, ilkyardım malzemesi ve iki litre de sıcak çay koyup, ne olur ne olmaz düşüncesiyle yanımıza bir de katır alıp zifiri karanlıkta geriye doğru yürüyüşe başladık. Henüz sıcak bir şey içmediğimiz için çantadaki termoslar sık sık aklıma takılıyordu.

Karanlıkta en kestirme yolu bulmamızda katırın büyük yararı oldu. Yaklaşık bir saat sonra gruba eriştik. Herkes iyi durumdaydı ancak biraz üşümüşler. Kazaklar ve çay bunun da üstesinden kolayca geldi. Çaya ortak olmamak için içtiğim soğuk su etkisini gecikmeksizin göstererek içten içe bir üşümeye dönüştü. Dayanamayıp çayın son fincanına el koymak zorunda kaldım.

Yedigöller Platosu'nun doğusunda yaklaşık 400 metrelik geniş bir kule yükselir. İsmiyle müsemma bu tepe Direktaş'tır. Kampımız bunun hemen altındaki gölün yanında kuruluydu. Kafamızı kaldırdığımız anda Direktaş'ın tırmanmayı planladığımız kuzey yüzünü görebiliyorduk. Ertesi sabah uzun bir kahvaltıdan sonra yavaş yavaş hazırlıklarımızı tamamladık. Direktaş üzerinde Murat'ın üç, Uğur'un da bir duvar tırmanışı yapmışlığı var. Uğur'un tırmanışı çok ilginç. Serbest solo olarak adlandırabileceğimiz ip kullanmadan uygulanan bir teknikle, bir buçuk saatte çıkıvermiş koskoca kuzey yüzünü. Çok güçlü, deneyimli ve formda olmanın yanı sıra şanslı da olmak gerekir bu tip bir tırmanış için. Hiç kimseye tavsiye edilmez.

Kuzeyden vazgeçip Ömer Tüzel'in Aladağlar kitabında anlatılan diyedral, yani girinti köşe rotasının biraz daha uzun bir varyantını seçtik. Orta düzeyde ve oldukça zevkli bir rota, ancak çok taş düşüyor. Küçük setlerde biriken taş parçaları ipin hareketiyle sürekli aşağı yağıyor. Bir ara kafamı kaldırdığımda bir tane de gözlüğüme yedim. Küçüklerin yanı sıra, çok yukarılardan kopan büyük taşlar da var ve bunlar son derece tehlikeli. `Vursaydı kırardı' diyor Murat, vınlayarak kolumun yanından geçen bir tanesi için. Murat kim bilir kaçıncı duvar tırmanışında? Göbekli bir işadamı için son derece sakin. Taş kâbusum, bu kırar, şu kafayı kopartır hesaplarıyla geçen sekiz ip boyu tırmanış sonunda ancak sırta çıktıktan sonra sona erdi.

Zirvede ayrıcalıklı bir Yedigöller manzarası vardı. Sadece platoya değil, tüm Aladağlar'a hâkim, tüm zirveleri ortaya çıkaran bir nokta Direktaş'ın zirvesi. İnsanın aklı ister istemez uzaklara, buradan görülemeyen şehirlere takılıyor. Şehirler çok çok uzakta. İnsana gönül rahatlığıyla `ne iyi ettik de geldik' dedirten bir kaçış oldu bu.Karanlıkta güçbela aşağıya inip, üç `delikanlı' olarak duvardan topladığımız çiçekleri grubun kızlarına dağıttık. Çok susamış olsam da ilk fincanı içemedim. İçinde kanyaklı kahve var çünkü. Dağda alkole izin yoktur. Ama doğum günü için birer yuduma göz yumuyoruz. Çadır arkadaşlarımız çok acıktığımızı düşünüp tencereler dolusu yemek yapmışlar ama çok az yiyip bolca ıhlamurla yetinmemizden hayal kırıklığına uğradılar.

Ertesi sabah kampı toplayıp tekrar yola çıktık. Aladağlar'ın Kayseri-Adana tarafında üç büyük vadi bulunuyor: Kokorot ve Karagöl vadileri ve Hacer Boğazı. Yedigöller'den Hacer'e girmek hiç tırmanış gerektirmediğinden deneyimsiz ekipler için en mantıklı ve en kısa yol. Biz de bu yolu tuttuk. Yolun ilk bölümünde dönüp dönüp tırmanış rotamızı incelemek doğrusu bana gurur verdi.Uzun mu uzun çarşaklardan vadinin tabanına indikçe, iki tarafta duvarların görkemi katlanarak büyüyordu. Aşağılara yaklaştıkça artan sıcaklık bir süre sonra bunaltıcı hale geldi. Çok geçmeden bitki sınırına eriştik. Hacer'in insanı bambaşka bir dünyaya sokan ormanının içindeyiz artık. Aladağlar'ın genel kurak yapısına aykırı bir güzelliği var bu ormanın.

Murat küçük bir grupla birlikte önden hızlı hızlı gitti traktör çağırmak için. Arkadan daha rahat bir tempoda yürüsek bile ne çare ki hava hâlâ sıcak, su kaynağı hâlâ uzak ve saatler süren yolculuğun verdiği yorgunlukla gitgide daha sık mola vermeye başladık. Grubun en arkasından yürürken bir ara köpeğimiz Kara'nın ortalıkta olmadığını fark ettim. Zavallıcık, ne de olsa şehir köpeği ve tüyleri simsiyah olduğu için güneşin tüm harareti vücudunda toplanıyor. Günlerdir taşlı zeminlerde yürüme sonucu iki misli şişmiş patileri ve susuzluktan sarkmış dili ile bir süre sonra çıktı ortaya. Oysa kaç litre su içirdi Uğur ona yol boyunca! `Biraz daha dayan kızım, az kaldı.' Soğukpınar Yaylası'na ulaştıktan sonra traktörlerle Kapuzbaşı veya diğer adıyla Barazama Şelaleleri'ne inmeyi planladık. Hepimiz buz gibi şelale suyunu hayal etsek de o an bir bardak sıcak çaya bile razıydık. Ve birden ağaçların arasından adeta serap gibi iki arkadaşımız çıktı. Soğukpınar'a vardıktan sonra yanlarına su alıp bizi karşılamak için geri dönmüşler. Az sonra kamp yerine ulaştık.

Soğukpınar Aladağlar geçişinin bitiş noktası sayılır. Tur şirketlerinin daimi kampları bulunur burada. Yakın çevrede yükselen kaya duvarları ise değişik tırmanış olanakları sunuyor. Buraya kadar yol gelmesine rağmen Aladağlar'ın en bakir ve ıssız noktalarından birisi Soğukpınar. Yol belki de lafın gelişi kullanılan bir sözcük burada. Bardak bardak çaylar ve Yörüklerin gözlemesi neşemizi ve gücümüzü yerine getirdi. Kısa sürdü bu yüksek moral. Traktör yolculuğu sırasında şanssız bir kaza yaşadık. Römorkun yan tahtasının kırılması sonucu üç arkadaşımız aşağı yuvarlanıp sürüklenerek çeşitli yerlerinden yaralandılar. Onlar bizimle aynı fikirde olmasalar da zahmetli bir yolculuğu göze alarak hastaneye götürme kararı aldık. Barazama'dan eski bir steyşın vagon arabaya doluştuk. Gece karanlığında, dağlardan ve derin vadilerden geçen 50 kilometrelik yolu üç saatten fazla bir zamanda alıp Yahyalı'ya vardık.

Kimsede bir problem olmadığı anlaşıldıktan sonra geriye dönüp şelalelerin yanındaki kampa vardığımızda saat sabahın dördünü bulmuştu. Arkadaşlarımız uyumamış, bizi beklemişler. Çorba teklifini reddedip tuluma attım kendimi. Şelaleden uçarak havaya karışan su zerreciklerinin tatlı serinliği ve gökyüzündeki milyonlarca yıldızın eşliğinde uykuya dalarken aklımda bir tek soru vardı: `Neden herkesin tulumu maviyken benimki kırmızı?' Uyku beni girdabına o kadar hızlı çekti ki yanıtı ancak sabah uyandığımda verebildim. Tulumun içi dışına çıkmış. Yorgunluktan ters girmiş olabileceğimi akıl bile edememişim.