Sunday, November 06, 2005

Mehmet Gülbiz’in Katli

Bir eğitim için Eskişehir'deydim. Televizyonu karıştırırken fotoğrafçı Mehmet Gülbiz'in katledildiğini öğrendim. Mehmet'le başka bir dostun İskender Iğdır'ın ölümünden sonra tanışmış ve ne yazık ki fazla vakit geçirememiştim. İzleyen günlerde gazetecilik adına türlü rezillikler yaşandı. Bu gelişmeleri çok iyi özetlediğini düşündüğüm, Mustafa Alp Bengi tarafından yazılmış bir yazıyı alıntılıyorum.

Mehmet Gülbiz’in ve gazeteciliğin katli

Mustafa Alp Bengi

Bir insan öldüğünde mahremiyeti ortadan kalkar mı? Özel hayatın gizliliği ilkesine uyma yükümlülüğünden “kurtulur” mu gazeteciler ve gazeteler ve televizyonlar?
Türkiye’de gazeteciler ve medya, özel hayatın mahremiyeti, kişi hakları, temel gazetecilik ilkeleri gibi düzenlemeleri ilk fırsatta kurtulunması gereken kısıtlamalar olarak görüyor. Leş kargaları gibi bekliyorlar ve o “fırsat” çıktığında üşüşüyorlar.
İranlı bir kız tarafından hunharca öldürülen fotoğrafçı Mehmet Gülbiz’le ilgili çıkan hikayeler tam da bu durumu yansıtıyor; özellikle Sabah’ın, Hürriyet’in ve Kanal D’nin meseleyi ele alış biçimi.
Başı çeken, tabii ki, muhbir mi, muhabir mi, yoksa başka bir şey mi olduğu belli olmayan Savaş Ay’dı. Savaş Ay, iki gün arka arkaya bu cinayetin hikayesini yazdı. Pazartesi günü (7.2.2005) Sabah’ın birinci sayfasından “Cinayeti yatak odasındaki fantezi kamerası çözdü” başlığıyla verilen haber müsveddesinde iki şey gözümüze sokuluyor.
Bu iki şeyden ilki, haber müsveddesinin neredeyse üçte birini oluşturan giriş bölümündeki polis “yalakalığı”. İkincisi de, cinayet haberiyle ilgisi olmayan, iki kişi arasındaki mahrem ilişki; müstehcenlik.
Polis yalakalığında, cinayetle ilgilisi olmayan “ayrıntılar” var: İstanbul emniyet müdürünün Beyoğlu emniyet müdürüne “En kısa zamanda bu işi aydınlatın” diye talimat vermesi (Vermese aydınlatmayacaklar mı yani, işleri bu değil mi?), sonra Beyoğlu emniyet müdürünün en güvendiği amirlerini toplayıp “Bu işi çözün” diye talimat vermesi...
Polisin başarısını tartacak değilim, işlerini yaptılar ve kızı yakaladılar. Savaş Ay’ın anlatmadığı ya da bilmediği, aslında ilgilenmediği bir şey: Mehmet Gülbiz’in arkadaşları o kadar fazla bilgi, hatta delil ve hatta neredeyse adres verdiler ki, polisin kızı yakalayamaması “başarı” olurdu.
Ama biz Savaş Ay’ın başarısına ve fantezilerine dönelim... Tamamen palavra olan şu “bilgileri” nasıl usta bir gazeteci, hatta bir edebiyatçı gibi süslemiş, okuru olayın geçtiği atmosfere sokmuş bir bakalım: “Aralarında kısa zamanda çılgın bir aşk başladı.” (...) Sonra “Acem ırkının bir timsali olabilecek düzeyde güzelliğe sahip” Parisa Hollandalı bir gençle (boşanmış, iki çocuklu birinden bahsediyoruz, ne kadar genç, bilmiyorum ben de) tanıştı ve “Mehmet’i terketti ve Hollandalı gencin yanına yerleşti. Mehmet bunu haber alınca çok üzüldü, öfkeden deliye döndü. Tüm ısrarlarına rağmen kendisiyle görüşmek istemeyen Farisa’ya (Savaş Ay ısrarla Farisa diyor, ama kızın adı Parisa) sonradan hayatının hatası olacak bir rest çekti: ‘Bana dön. Yoksa fotoğraflarını internet üzerinden bütün porno sitelerine dağıtırım...’”
Ancak Türk medya çöplüğünde iş bulabilecek olan gazeteci müsveddesi Savaş Ay, katil olduğunu itiraf eden birinin iddialarını gerçekmiş gibi yazabilecek gazetecilik tıynetinde biri.
Birincisi, Mehmet Gülbiz, Parisa’ya “çılgın bir aşk”la bağlı değildi. Gülbiz, zaten asla kıskanç biri değildi ve Parisa’yla arasında da öyle güçlü bir duygusal ilişki yoktu. Parisa, Gülbiz’e, Hollandalı adamla evleneceğini söylemişti. Gülbiz de, buna sevinmişti. Hatta, Gülbiz’in yakın arkadaşları Ayk Kökçü ile Mustafa Kalemci’nin de bundan haberi vardı ve bir keresinde Kalemci, Parisa’ya “Evleniyormuşsun, hepimiz çok sevindik, sonunda İran’dan kurtulacaksın” demişti. (Çünkü Parisa, İran’daki sosyal şartlarda yaşamaktan bıkmıştı. Hatta, Savaş Ay’ın yazdığı gibi İran Havayolları’yla değil, THY ile geliyordu Türkiye’ye ve uçağa biner binmez çarşafını atıyordu üstünden.)
Sabah gazetesi, Salı günü (8.2.2005) büyük bir gazetecilik etiği göstererek(!) iç sayfadaki yazılardan birinin spotuna “İranlı sevgilinin iddiasına göre...” diye bir ibare kondurmuş, başka hiçbir editoryal çaba sarfetmemiş. Nitekim, bu spotun altında Savaş Ay yine olayın “gerçeğini” ifşa etmeye devam ediyor. Tabii, yine yüklü dozda polis yalakalığıyla beraber. (Tekrar edeyim bari, polisin başarısının teslim edilmesine karşı değilim, ama kızın yakalanması, Savaş Ay’ın dediği gibi öyle büyük, hummalı bir çaba gerektirmiyor. Karmaşık bir olayla karşı karşıya değiliz. Polis işini yaptı, ama iş bitmedi; Parisa’nın bu cinayeti neden işlediğinin ortaya çıkarılması gerekiyor ve asıl zor olan da bu. Savaş Ay’ın her işinde olduğu gibi, sahte methiye düzmekten şelale olmuş salyaları, ister istemez polisin bu aşamaya kadarki çalışmasının normal, yapılması gereken ve hele usta polisler için zor olmayan bir iş olduğunun altını çizmeye itiyor beni. Savaş Ay’ın polislere bahşettiği iltifatlar, bana kalırsa, hakaret gibi. Şu düzeye bir bakın: “Çelik yeleklerle donanmış polis amirlerinden bir grup ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkarken bir başka TİM evin arka tarafında herhangi bir kaçma girişimine karşı önlem almıştı.” Savaş Ay’ın en yetenekli polis amirlerine bahşettiği zeka bu kadar işte: ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkmayı akıl etmek.
Hem Savaş Ay’ın düzeyini, hem de yine en yetenekli polislere layık gördüğü zeka düzeyini gösteren bir başka örnek de şu: “O sırada kapıdaki konuşmaları duyan kız zaten oraya gelmiş ve başına geleceği anladığından kül gibi olmuştu. Polis amiri (...) kıza tek soru sordu önce: ‘Mehmet’ten aldığın eşyalar burada mı?’ Bu çok önemli bir soruydu. ‘Öldürdün mü, vurdun mu, kaçtın mı’ şeklinde değil, doğrudan kayıp eşyalar soruluyordu. Kız anladı ki polis herşeyi biliyor.”)
Savaş Ay, Parisa’nın polislere “Ceza olarak kafamı mı keseceksiniz” diye sorduğunu yazıyor. “Genç kız işlediği cinayetin sonunda kendisine kafe kesme cezası verileceğini sanmaktaydı” diyor.
Ne zekice! Olsa olsa, Savaş Ay kızın böyle sandığını sanmakta. Savaş Ay’ın kendisinin de yazdığı gibi, Parisa gayet iyi eğitim almış, varlıklı bir ailenin, dünya görmüş kızı. Türkiye’ye ilk kez gelmiyor. Evet, tabii ki, Türk Ceza Kununu’nu hatmetmiş olmasını, hadi diyelim, idam cezasının bile kaldırılmış olduğunu bilmesini beklemiyorum, ama bu ülkede, başka birçok ülkedeki gibi kafa kesme cezası olmadığını bal gibi biliyordur. Bilmemesi imkansız. Ayrıca, Parisa’nın memleketi İran’da da kafa kesme cezası yok. Yani, aşina olduğu bir idam yöntemi bile değil bu.
Sabah Salı günü Savaş Ay’ın haber müsveddesini “Öldüren poz” başlığıyla bu sefer manşetten verdi. Gazetenin de, pek tabii ki, “gazetecisinden farklı olmadığını gösteren bir şekilde.
Parisa ile Gülbiz’in çıplak pozlarını yayınlamanın hangi gazetecilik ilkesiyle alakası var? Tabii, biliyorum şimdi editörlerin ne diyeceğini: “Kardeşim, cinayet nedeni bu pozlar; okura cinayet nedenini gösteriyorum.”
Nitekim, altbaşlıkta “Cinayet nedeni ise fantezi için birlikte çekilen çıplak pozlar” deniyor.
Gelgelelim, Savaş Ay’ın haber müsveddesinde, cinayet nedeninin “birlikte çekilen çıplak pozlar” olduğu söylenmiyor ki. Savaş Ay’ın aktardığına göre, Parisa ifadesinde, “Çıplak fotoğraflarımı internette yayınladı, İran’da ölüm emrimin çıkmasına neden olacaktı” diyor.
Parisa’nın fotoğraflarının internette yayınlandığı da doğru değil. Ayrıca, en azından bu olayla “yakından” ilgilenen gazetelerimizin ve gazetecilerimizin gösterdiği gazetecilik çabasını da ölçebileceğiniz bir şey daha: Mehmet’i, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiği için öldürdüğünü iddia eden Parisa’nın, Mehmet’le tanışmadan çok önce taa Ocak 2003’te internette yayınlanan çıplak fotoğrafları var. Hürriyet ve özellikle Savaş Ay ve canlandırmalarla Savaş Ay hikayesini yeniden üreten televizyonlar gazetecilik için asgari bir savaş verseydi bu bilgiye ulaşacaktı. Ama onlar olayın sebebinin, gerçeğin, haberin peşinde değil, ahlak düşkünlüğünden yararlanmanın, müstehcen olanı abartıp göze sokmanın ve buradan parsa toplamanın peşinde.
İkincisi, her cinayet nedenini ya da bir haberin her unsurunu bu şekilde pervasızca sergileyemezsiniz. Bunun ille de bir cinayet haberi olması gerekmiyor. İzmir, Urla’da Barbaros Çocuk Köyü’nde yaşanan tecavüz haberini vermek için de (elinizde varsa bile) tecavüz görüntülerini veya o çocukların görüntülerini yayınlayabilir misiniz?
Aynı şey, Hürriyet gazetesi (8.2.2005) için de geçerli. Savaş Ay gibi gazeteci müsveddesinden mahrum olma eksikliğini editoryal çabayla kapatmış onlar da. Sürmanşetten verdikleri “haber”in başlığı şu: “Cinayet kaseti bu sahneyle başlıyor.” Altta da Mehmet Gülbiz’le Parisa’nın çıplak fotoğrafı var.
Cinayet kasetinin hangi sahneyle başladığının cinayetle ne ilgisi var! Ne hakla bu fotoğrafı yayınlayabilirsiniz! Hürriyet gazetesi, tabii ki, Sabah’a fark atmış, bir dizi ayrıntıyı anlatmış. Trajik bir cinayet olayında faille maktulün cinsel ilişkilerinin ayrıntıları kimi ne ilgilendirir. “Ön sevişme”nin kaç dakika sürdüğü, sonra kaç dakika seviştikleri gibi ayrıntılar.
Sabah’la Hürriyetin yayınladığı Parisa’nın ifadelerinde farklar ve çelişkiler var; oraya girmiyorum, polisin, savcının işi o ve mahkemeyi göreceğiz...
Ama polise tekrar dönelim. Bu fotoğrafları polisten başkası vermedi Savaş Ay’a ve Hürriyet’e. Türkiye’de medya ilke milke tanımaz pek. Belkemiği yoktur. Artık biliyoruz, bütün kurumlarımız, toplumun bütün kesimleri aynı durumda: çürümüş. Medya neyse siyaset de o, spor da o, polis de o... Başka türlüsü mümkün değil zaten.
Hiç dalkavukluk yapmayalım, halk dediğimiz kitle de çürümüş; çürümese yaşayamazdı bu ortamda, bir şey yapardı, isyan ederdi, zaten bu kadar çürüme olamazdı ol zaman. Gazete okuru, televizyon seyircisi, okudukları ve seyrettikleri bu yayın organlarının da azdırmasıyla müstehcene teşne vaziyette. Olay ne olursa olsun, ne kadar trajik olursa olsun müstehcenin müşterisi var. Medya da bunu biliyor. Biri gazı veriyor, öbürü de o gazla mest...
Bu fotoğrafları ve aslında ifadeyi de medya çöplüğüne teslim eden polisle gazetecilerin işbirliği sayesinde Mehmet Gülbiz ölümü haketmiş, seks manyağı olarak bu okuyucu ve seyirci kütlesinin önüne atılmış oldu. Cevap veremeyecek bir haldeyken.
Ve Mehmet’i öldüren Parisa da, neredeyse mazlum, namusunu korumaya çalışan biri olup çıkıverdi. Parisa’yı sorgulayan polislerden biri, Gülbiz’in yakın arkadaşlarına “Bunca yıldır yüzlerce cinayet vakası gördüm, bu kadar soğukkanlı birine hiç rastlamadım” dedi. Parisa o kadar soğukkanlıydı ki, cinayeti işlediği gece Mehmet Gülbiz’in şifresiyle internete girip insanlarla sohbet etti.
Hatta, cinayetten bir gece sonra, Cumartesiyi Pazara bağlayan gece 02.24’te Mehmet Gülbiz’in en yakın arkadaşlarından Mustafa Kalemci’ye şu mesajı attı:
“hi dear
> sorry to interuppt you but i have a problem contacting mehmet
> he wanted to invite me this sat he told me that he will call me to
> meet for dinner but no response yet & he is not answering his sms &
> offlines !i didn;t do anything that he is angry with mecan u ask
> him what happened
> thanx”

(“Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama Mehmet’e ulaşamıyorum. Bu Cumartesi beni davet etmişti, akşam yemeği için beni arayacağını söylemişti, fakat hiç ses yok ve SMS’lerine ve mesaj hattına da cevap vermiyor. Onu kızdıracak hiçbir şey yapmadım. Ne olduğunu ona sorabilir misin?”)
Savaş Ay’ın “sanat fotoğrafçısı” olarak tanıttığı Mehmet Gülbiz, kendini uluslararası alanda kanıtlamış, (Türkler bilmese ve değer vermese de) bilinen, çalışkan, yetenekli, işinde sürekli arayış içinde olan bir fotoğrafçı, gazeteci, photojournalist’ti.
Bu gazeteciler, gazeteler ve televizyonlar sadece Mehmet Gülbiz’i ikince kez katletmekle kalmadılar, genellikle yaptıkları bir şeyi bir kere daha yapıp gazeteciliği de bir kere daha katlettiler.
Vahim olan, bu katliamın sadece gazetecileri ve Mehmet Gülbiz’i değil herkesi ilgilendirmesi, ama kimsenin oralı olmaması.

1 Comments:

Blogger hknyilmaz said...

Yazdığınızın her kelimesine katılıyorum.Tıp fakültesinde beraber okuduk.aynı evde yıllarca kaldık.O doktor olmak istemedi ve ayrıldı.24 saatimiz birlikte geçiyordu.hayatta tanıdığım en düzgün insan diyebilirim.Mehmet bir karıncayı bile incitemezdi.Mehmetin tek zaafı zararlı insanlardan uzak durmasını bilemezdi.defalarca bu insanlardan maddi zarar görmüştü.ancak en acısı bu oldu.Haberi duyduğumda gözyaşlarıma hakim olamadım.ama beni asıl yıkan basının sorumsuzluğuydu.Kendilerini Olimpos dağının zirvesindeki tanrılar gibi gören bu medya şarlatanları,malesef zavallı halkımızı da kandırıyorlar.ama olsun Ben her yerde hala gururla Mehmet Gülbiz benim arkadaşım ne mutlu ki onu tanıdım diyorum .sağlıcakla kalınız.

12:55 AM  

Post a Comment

<< Home