Tuesday, November 27, 2007

Hakkari'de Bir Hafta - Cilo

Ağustos 2002'de uzun yıllardır sivillerin ayak basamadığı Hakkari'deki Cilo dağlarına gitmiştik. Kanımca dünyanın en mükemmel kayak merkezlerinden biri olabilecek bu bölge anlatılmaz güzellikte bir coğrafya. Ekibimiz, Caferkule ve Reşko kuzey duvarı gibi önemli tırmanışlar gerçekleştirdi ve bu tırmanışlar Atlas dergisinde geniş olarak yayınlandı.

Ekibimiz..
Uğur Uluocak (dağcı, fotoğrafçı),
Bünyad Dinç (dağcı, fotoğrafçı),
Handan Türkeli (yazar, belgesel yönetmeni),
Ali İhsan Gökçen (doğa araştırmacısı ve fotoğrafçı),
Haldun Ülkenli (dağcı, ORDOS),
Türker Talayman (dağcı, İTÜDAK),
Alper Işın Duran (dağcı, İTÜDAK),
Serhan Gökçay (dağcı, İTÜDAK),
Ve ben Ahmet Köksal.

10 Ağustos Cumartesi sabahı Uğur, Handan, Ali İhsan ve ben Ankara aktarmalı Van uçağı için hava alanında buluştuk. Ankara’da Boeing 737’den inip daha küçük bir uçağa biniyoruz. Tıklım tıklım dolu uçakta TOBB heyeti var. Yaklaşık 11.30 gibi Van’a inmiştik. Bir önceki hafta Ağrı’ya tırmanmış olan Bünyad bizi hava alanında karşıladı.

Bir gün önce otobüsle İstanbul’dan yola çıkan üç arkadaşımız Türker, Alper ve Serhan’la temas kurdum. O sırada onlar da Van’a varmış, Ankara’dan gelen Haldun ile buluşmuşlardı. O grubun otobüs ile Hakkari’ye devam etmelerini kararlaştırdık, bizim daha Van’da alışveriş yapmamız gerekiyordu.

Yaklaşık 15.30 gibi kiraladığımız minibüs ve şoförümüz Mehmet ile Migros’tan hareket ettik. Yolda Gevaş kalesini ve Başkale ilçesini gördük. Başkale lüks arabalarla dolu tam bir kaçakçılık cenneti. Biz de yolda bir köyden kaçak mazot almak suretiyle kaçakçılık ekonomisine katkıda bulunduk. Hakkari’ye 200 kmlik yolu yaklaşık dört saatte aldık.

Hakkari’de il kayak temsilcisi, dağcı Halil Kurşun ile buluşuyoruz. Halil sıcakkanlı bir doğa dostu, bize arkadaşı İsmet ile birlikte yardımcı olacak ve rehberlik yapacaklar. Gece için bize otel ayarlanmış bile. Sümbül Dağı’nı gören mütevazi bir odayı Ali İhsan ile paylaşıyorum.

Hakkari’de futbol sahası dışında hiç bir düz alan yok. Dağın üzerine kurulmuş bir kent. Kente yaklaşırken Zap suyunun aşındırdığı olağanüstü bir vadiden geçiliyor. Yüzlerce ilginç kaya rotası var vadide ama muhtemelen bunların hiç birisi çıkılamayacak. Hazırlıkları devam eden bir baraj inşaatıyla şu andaki yol ve bu güzel kanyon sular altında kalacak.

Pazar kahvaltısının ardından yüklerimizi bir minibüse doldurup, Cilo dağlarının kalbine Mergan Zoma’ya (Mergan Yaylası) kadar giden yolu tutuyoruz. 15 yıldan beri, yöre halkı ve silahlı güçler dışında buraya ulaşan ilk grup biziz.

Haritalarda Hakkari Dağları olarak görünen bu silsile aslında Cilo dağlarıdır ve Cilo-Sat olarak iki bölgeye ayrılır. Biz Cilo bölgesindeyiz, Sat tarafına geçmek güvenlik nedenleri ile kesinlikle yasak. PKK eylem yapmıyor ama hala Sat’ta kampları var. İki bölgeyi birbirinden ayıran dağ geçitlerinin ise mayınlı olduğu söyleniyor. Kampımızdan bakınca bu dağ geçitlerini, özellikle en tanınmışı olan 3200 m yükseklikteki Der-i Cafer’i (Cafer Kapısı) rahatlıkla görebiliyoruz.

Mergan Zoma’nın irtifası 2450 m. Kampımız silsilenin en yüksek doruğu olan Reşko’nun buzuluna ve ardında yükselen kuzey duvarına bakıyor. Bulunduğumuz nokta yaklaşık beş kilometrelik devasa bir vadinin ortası. Vadiyi çevreleyen sırt sistemleri güney ve güneybatı yönlerinde iki büyük içbükey plato oluşturuyor. Güney yönündeki platoda Reşko buzulu ve tepesi (diğer isimleri Gelyaşin ve Uludoruk, 4100 m), güneybatı yönündeki platoda ise Suppadürek buzulu ve tepesi (büyük coğrafyacı Sırrı Erinç’in anısına Erinç tepesi adı verilmiş, 4050 m) bulunuyor. Bu iki platodaki buzulların ve zirvelerin görünümü kesinlikle bugüne kadar Türkiye’de gördüğüm en müthiş manzara.

Kürtçe ve Türkçe isimler karmaşası ile bölgede harita bulunmaması nedeniyle, Halil ve İsmet de tam olarak zirvelerin isimlerini bilmiyor ve birbirine karıştırıyorlar. Bizim getirdiğimiz haritaları ilgiyle inceliyorlar.

Cilo bölgesinin bir ilginç tarafı da 3000 m irtifaya kadar alpin çayırların ve çiçeklerin bulunması. Genellikle 2000 metreden sonra bitki görmemeye alışmış olan bizler için bu çok yeni bir manzara. Ali İhsan büyük bir dinamizm ile çiçek böcek fotoğrafı çekmeye dalıyor ve kısa bir süre sonra kocaman bir arı sokması ile hediyesini alıyor.

Mergan Zoma Jirki aşiretinin bir köyüne ait olan bir yayla. Jirki aşireti uzun yıllardan beri koruculuk yapıyor. Köyün önde geleni Şakir Adıyaman bizi karşılıyor, geldiğimiz için son derece memnun olduklarını söylüyor. Bir ara vadinin girişine yakın, ayrık duran taştan bir kuleyi gösteriyor. O kuleye daha önce bir kaç kez yabancıların çıktığını ve yıllar önce son çıkan dağcının, “Türkler buraya asla çıkamaz” dediğini aktarıyor. Bizden istediği eğer oraya çıkabilirsek bir fotoğrafını kendisine vermemiz.

Aslında Şakir’in merak etmesine hiç gerek yok. Bahsettiği yer Cafer Kule, daha 1965’de sonraları olağanüstü başarılı bir Himalaya dağcısı olacak olan Doug Scott tarafından çıkılmış. Bizim belli başlı hedeflerimizden biri de burası zaten.

Civarda bunlar dışında bir çok vadi sistemi, yayla ve buzul gölü var. Zaman içinde bunları keşfedeceğiz. Pazar öğleden sonra buzulun yanına kadar uzanan bir trekking yapıyoruz. Bir ara bir kayanın ardından Kalaşnikoflu bir adam çıkıveriyor. Bu ilk şaşkınlığımız, daha sonra korucu görmeye alışacağız. Aheste yürüyüşle birbuçuk saatlik bir mesafedeyiz Reşko buzuluna. Buzulun erimesiyle oluşmuş bir göl var dibinde, gölden çıkan küçük bir dere vadinin ortasından akıyor, yaklaşık 15 km boyunca başka bir çok su ile birleşerek Zap’a dökülüyor.

Pazartesi günü dağcı ekip bir antrenman tırmanışı yapmak amacıyla Reşko buzuluna girmeye karar veriyor. Aslında Suppadürek buzuluna daha yakınız ancak henüz aradaki sırtlardan dolayı orayı görebilmiş değiliz. Reşko buzulu ise tam gözümüzün önünde, arkasında yükselen meşhur kuzey duvarı da cabası. Bünyad daha önce, sonuncusu 1986’da olmak üzere, iki kez gelmiş buraya. Şimdilik dağcı olarak değil fotoğrafçı olarak çalışmayı yeğliyor, böylece yavaş yavaş Ağrı’nın da yorgunluğunu atmış olacak.

Altı kişi, iki iple buzula girip buzulu çıkıyoruz. Yaklaşık 3250 metrede buzul bitiyor ve duvarlar başlıyor. Uğur’un niyeti daha da gitmek ama benim için şimdilik o kadarı fazla. Üstelik biraz daha gidildiğinde artık zirve yapmak sözkonusu olacak ve bunun için de yukarılarda bir yerde gecelemek gerekecek ama yanımızda ocak ve uyku tulumu yok. Türker de benimle aynı görüşte, ekibin şansını arttırmak için yanımızdaki su, yiyecek ve diğer malzemeleri arkadaşlarımıza verip geri dönmeyi kararlaştırıyoruz.

Çok geçmeden diğer ekip de fikir değiştiriyor ve yanımıza iniyor. Artık buzulda oynama zamanı. Buzullarda küçüklü büyüklü kimi zaman da devasa çatlaklar olabilir. Çatlakların üzeri karla örtülü olabileceği için son derece tehlikeli tuzaklar hazırlayabilir dağcılara. Bu nedenle iple birbirimize bağlı olarak ilerliyoruz buzulun üzerinde.

Bulduğumuz en büyük çatlakta antrenman yapmaya karar veriyoruz. Buzdan duvarlara tırmanacağız, bu antrenmanın Türkiye’de yapılabileceği yer sayısı ikiyi üçü geçmez sanırım. Önce iple boşluğa sarkıyoruz ardından kazma ve krampon tekniğiyle buzdan duvarı tırmanıyoruz. İlk defa olarak bu tırmanışı yapıyorum, düşündüğümden daha kolay ve çok zevkli buluyorum.

Oyunumuz bitiyor, güneş ufka yaklaşıyor ama biz hala buzul üzerinde ve 3100 metredeyiz. Geldiğimiz rotadan daha farklı bir çarşak rotasından inmeye karar veriyoruz. Kötü kaderimin başlangıç noktası burası olacak. Çarşaktan iniş yaparken, gelirken seçtiğim botun tamamen yanlış olduğunu farkediyorum. Hafif fakat otomatik krampon takmaya uygun, bu yüzden de çok sert bir botum var. Buzulda, kramponlu anlarda çok memnundum ama çarşaktan inerken ayağımı şiddetle vuruyor.

Gece karanlığında, saat 9 gibi kampa varıyoruz. Ayaklarım çok kötü, biraz su içip stretch yaptıktan sonra yatıyorum. Birazdan kapıda Bünyad beliriyor, bana yemek getirmiş. Yemek ve sohbetle diriliyorum. Kalkıp mutfak olarak kullandığımız kayanın dibindeki diğer arkadaşların yanına gidiyorum, çay sohbeti yapıyoruz. Ali İhsan’ın aklı o günlerde beklenen meteor yağmurunda. Ali İhsan’la konuştukça doğa üzerine bilgisinin derinliğinden etkileniyorum.

Ertesi gün ayağım dolayısıyla kampta kalıp kitap okuyorum. Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor romanını. Halil kampımıza bekçilik yapmak üzere yeni bir arkadaşı, Abdullah’ı getiriyor. Abdullah da kendi arkadaşını yanında getirmiş, uzun menzilli suikast tüfeği olan Kanas’ını.

Bir kaya dibinde kitap okurken bölgedeki tek taciz olayıyla karşılaşıyorum. Altı yaşlarında iki velet yanıma yanaşıp “para ver para” diye bağrışıyorlar. Yüzümdeki ifadeden biraz ürkmüş olsalar gerek, uzaklaşıp tekrar bağırıyorlar “heey torist..” ve anlamadığım kürtçe laflar ettikten sonra çekip gidiyorlar.

Dağcı grup öğleden sonra Cafer Kule’yi inceleme gidiyor. Bu da yaklaşık 3000 metreye kadar pis bir çarşaktan üç saatlik yürüyüş demek. Dönüşleri geceye kalıyor, Türker çok muzdarip. En az on kez düştüğünü söylüyor. Ama haberler iyi, rotanın sanıldığı kadar uzun ve zor olmadığını söylüyor Alper. Üç ip boyunda tamamlanabilir bir rota, yani 150 metreden kısa.

Bu bilgilerle iyice tahrik oluyorum. Ayaklarım iyi değil ama ertesi gün oraya tırmanışa gidilecek ve ben de gruba katılma kararı alıyorum. Gece gökyüzündeki binlerce yıldızı ve kayan meteorları izlerken uyuyakalıyorum.

Ertesi sabah saat 5’te yola çıkıyoruz, yolun son kısmında botlarım zemini bir türlü tutmuyor ve güç bela kayanın dibine varıyorum. Bu arada yanımda İsmet var, son derece rahat adeta asfaltta yürüyor. Herhalde ayakkabılarımız arasında 20 kat fiyat farkı vardı ama ben arkama motor bile taksam bu dağlarda İsmet’e asla erişemem.

Uğur, Serhan ve Türker ilk ekip olarak kayaya giriyor. Cafer Kule’nin garip bir jeolojik yapısı var adeta çok kötü kaliteli bir beton gibi görünüyor. Son derece çürük duruyor. Nitekim tırmanış başladıktan hemen sonra tutulan ve basılan yerlerden taşlar inmeye başlıyor. Kulenin arkasındaki bir yamaçta konuşlanıp tırmanışı izliyorum. Tuhaf bir duygu, tırmanışçılarla aynı yükseklikte olup da film seyreder gibi seyretmek. İzlemek güzel de taşlar uçuştukça benim moralim ve isteğim kaybolmaya yüz tutuyor.

Haldun ve Alper’e “ben gelmeyeceğim” diyorum. Gerekçelerimin tümüne katılıyor Haldun yine de bir “ama..” bakışı var. “2000 kilometre yolu bunun için gelmedin mi?” demek istiyor sanırım. Benim de bir “ama..” cümlem var, o andaki psikolojime göre objektif tehlikeleri çok fazla buluyorum. İki kişi, üç kişiye göre çok daha hızlı ve tehlikesiz halledebilir. Bugün bu yazıyı yazarken, yedi sekiz dakikada çıkılabilecek 30 metrelik bir geçiş yüzünden tırmanışı yapmadığımın farkındayım ama hala bunun için üzülmüyorum.

Daha önce kitaplardan tanınan bir kuleyi bulup tırmanmak müthiş bir duygu ve ben kulenin üzerine çıkmasam da bu duyguyu paylaşıyorum. Onun yerine fotoğraf çekmek için arkadaki yamaçlara tırmanıyorum İsmet ile birlikte. Arka vadilere geçen küçük bir dağ geçidinde insan izlerine rastlıyoruz. İsmet bu izlerin kaçakçılara ait olduğunu tahmin ediyor. Özellikle Yüksekova kökenli kaçakçıların İran’dan eroini sırtlarında geçirdiklerini, dağ geçitlerinden gece karanlığında inip çıktıklarını ve gördükleri karaltıya ellerindeki Kalaşnikof ile her an ateş etmeye hazır olduklarını anlatıyor. İsmet bu dağların çocuğu, dağcı ve kayakçı ama kaçakçıların bu akıl almaz geçişleri onun için bile muamma.

Arkadaşların kule üzerindeki fotoğraflarını çekiyorum, bir ara objektif değiştirdiğimde hepsi birden gölgeye kaçıyorlar. Tekrar ortaya çıkmaları için bağırıyorum; “Uğuuur, Uğuuur...”. Gölgeden çıkmaya niyetleri yok anlaşılan çocuklardan birinin sesi geliyor “..tooplantıdaa..”.

Dönüşte Türker ile birlikte biraz erken yola çıkıyorum. Fazla yol alamadan hava kararıyor. Gece karanlığında berbat bir zeminde iki saat kadar düşe kalka ilerliyoruz. Kampa ulaşıp adrenalinim azaldığında kendimi birden çok yorgun hissediyorum, adeta çöküyorum. Ayaklarım perişan durumda, iki bardak çorba ve iki fincan çaydan sonra sıra bakıma geliyor. Yakındaki buzul deresinde ayaklarımı temizliyorum, soğuk şoku ile ağrılar kesiliyor. Botun vurduğu yerler açık yaraya dönüşmüş, sargı beziyle sarıyorum. Gece kendi kendime basit bir hesap ile artık sportif iddiamın kalmadığını kabul ediyorum, ya kampta yatmam gerekecek ya da dönmem. En iyisi dönmek galiba...

Ertesi sabah kararımı açıklıyorum, arkadaşlar fazla memnun olmasalar da hak veriyorlar. Kahvaltıdan sonra Ali İhsan ile birlikte nispeten daha sıcak bir dereye (5-6 C) gidip ciyak ciyak bağırarak yıkanıyoruz. Bir süre sonra diğer arkadaşların da katılımıyla ortalık hamama dönüyor.

Öğleden sonra yaylaya piknik için gelmiş olan bir minibüse binip Zap Karakolu’na iniyorum. Karakolda görev süresini tamamlamış bir astsubay ile birlikte Van’a geçiyorum. Van benim için büyük bir konfor ve bu maceranın sonu demek.