Saturday, November 24, 2007

Amsterdam


Atlas'ın Ekim 2007 sayısında yayınlanan Amsterdam yazım. En sevdiğim yerlerden biri. Fotoğrafta Munttoren görülüyor.
Gel de, “dünyayı tanrı yarattı, Hollanda’yı ise Hollandalılar” sözünü hatırlama. Sol tarafımda bir zamanlar deniz, Ij körfezi vardı, 300 yıl önce VOC şirketine bağlı dev ticaret gemileri beyaz yelkenleri rüzgarla, depoları da baharatla yüklü olarak azametle aşardı bu suları. Artık deniz yok, ama denize uzanan geometrik dev bir kanal var, üzerinde geometrik kazılmış limanları, üzerinde de yelkenli ve orta büyüklükte tekneleri ile.

Trenimiz yavaşlıyor, 19. yüzyıl sonunun endüstriyel mimarisini yansıtan tuğla, cam ve çelikten yapılmış tarihi bir binanın içine, Centraal Station’a girip duruyoruz. Tarihi tren istasyonlarının büyüleyici atmosferini ve kendine özgü kokusunu geride bırakarak dışarı çıkıyoruz.

İstasyonun önü kalabalık ve cıvıl cıvıl ama ilk kez gelenler için izlenim parlak değil. Amsterdam’ın geometrik merkezinde sayılırız. Sarışın beyaz tenli, abanoz karası, doğu Asyalı, kuzey Afrikalı, hülasa dünyanın her yerinden toplanmış gelmiş ve artık buralı olmuşların bisikletleri arasından geçip, tam karşımıza gelen ana caddeye, Damrak’a düşelim. Solda elmas pazarı Beurs Berlage veya sağda seks müzesi gibi ilgi çekebilecek yerleri saymazsak karaktersiz bir cadde, ki bir zamanlar cadde bile değil, bir nehirdi. Doldurularak caddeye dönüştü, eh burası Amsterdam, coğrafya karmaşık. Anlayabilmek için, turist kalabalığını yararak herşeyin başladığı noktaya “baraja” doğru gidelim.

Hollanda’daki şehir isimlerinin çoğunun, Amsterdam, Rotterdam gibi “dam” ile bittiğine dikkat ettiniz mi? Eğer adı “dam” ile biten bir şehirdeyseniz, bilin ki orada bir zamanlar bir akarsu varmış, suyun üzerine köprü işlevi gören bir set kurularak, nehrin iki yakası birleştirilerek şehrin tohumları atılmıştır. Hollanda ve akarsu mu dediniz? Bu ülkenin neredeyse tamamının Ren nehrinin deltası olduğunu bilirsek işimiz daha da kolaylaşır. Bir zamanlar kimsenin yerleşmek istemediği, sürekli su baskınları yaşanan, sisli, alçak topraklar.

Vakti zamanında geniş ama kısacık bir nehirdi Amstel. 1200’lerde etrafta yaşayan balıkçılar denize dökülmesine beş altıyüz metre kala Amstel’in üzerine bir set inşa edip, bir köy kurdular. Köyün adı da bu yüzden Amstelledamme oldu. Semantik olarak bu kadar uygun bir isim bulmak zordur, hele Amstel (aeme stelle) sözcüğünün eski dilde “suları bol arazi” anlamına geldiğini düşünürsek.

Bir zamanların Amstel nehri, şimdinin Damrak caddesi üzerindeki yürüyüşümüz uzun sürmeyecek, herşeyin başladığı noktaya, nehrin üzerindeki baraja, şimdiki Dam meydanına kolayca erişeceğiz. Bir zamanlar bu caddede teknelerin yüzdüğünü hayal etmek kolay değil. Ama biz yine de deneyelim, sözgelimi 1664 yılında orta yaşlı bir beyefendinin, Bay van Rijn’in küreklerini çektiği kayığa gidelim.

Bu beyefendinin derdi, Dam meydanında idam edilen bir genç kızın cesedi ile ilişkiliydi. 18 yaşındaki kimsesiz yoksul Elsje talihsiz bir olaya karışmış ve katil olarak tutuklanmıştı. Genç kız kaçma çabası içinde kendini Damrak’ın sularına bırakmış ama etraftaki gemiciler onu sudan çıkarmış, yargılanmış ve idam edilmişti. Cesedi, Ij körfezinde günlerce asılı kalmıştı. Bay Van Rijn ise genç kızın karakalem bir resmini çizme derdindeydi. Ne de olsa o, şehrin tanınmış ressamı Rembrandt van Rijn idi.

Nasıl İstanbul Sinan’ın, Barcelona Gaudi’nin şehri ise, Amsterdam da Rembrandt’ın şehridir. Amsterdam 17. yüzyılda en zengin ve en görkemli günlerini, Altın Çağ’ını yaşarken, olağanüstü yetenekli bir ressama sahip olma şansını yakalamıştı. O dönemde Jan Vermeer, Frans Hals gibi çok yetenekli bir çok Hollandalı ressam yetişmişti.

Biz yine Dam’a, yüzyıllardan beri, baştan bu yana kentin merkezi noktası olmuş meydana dönelim. Mimari olarak pek de çekici bir meydan olduğu söylenemez. 17. yüzyıldan kalma eski belediye binası, şimdiki Köninklijk Paleis ile Yeni Kilise (Niuwe Kerk) neredeyse birbirlerinin üzerine binmişler. Benim mimari olarak favorim, nehrin diğer yakasındaki Eski Kilise (Oude Kerk) zaten.

II. Dünya Savaşı’nın ölüm ve açlık kokulu tatsız anılarını yad eden, sütun biçimindeki Ulusal Anıt’a ve meydanda gösteriler yapan jonglörlere kısaca göz atıp, bu kalabalık meydandan uzaklaşalım. Alışveriş derdinde olanlar Kalverstraat’a girebilir, şehrin karakterini görmek isteyenler ise Dam meydanındaki Kraliçe’nin Sarayı olarak da adlandırılan eski belediye binasının yanından geçerek, biraz ileriye gracht denen büyük kanallara doğru yürüyecekler.

Amsterdam’da yapılabilecek en büyük hatalardan biri haritasız dolaşmaktır. Tarihi bölgenin planı bir yarım daire şeklinde, ve bu yarım dairenin içine doğru birbirine paralel kazılmış kanallar var. Normalde bir gracht boyunca yürüdüğünüzde dairesel bir hatta yürümüş oluyorsunuz ve başka yollardan on dakikada yürünebilecek bir mesafeyi aşmak için yarım saat gerekebiliyor.

16 ve 17. yüzyıllar Hollanda’nın ve Amsterdam’ın en ilginç dönemidir. Kuzey Avrupa’da yaygınlaşan protestanlığı baskılamak isteyen katolik İspanyollara karşı direnen kalvinist Orange hanedanının yürüttüğü seksen yıl savaşlarında (1568-1648) önce İspanyolları destekleyen Amsterdamlılar, 1578’de birdenbire taraf değiştirdiler. Alterasyon adı verilen bu dönüşümle, kentliler sadece taraf değil, aynı zamanda mezhep de değiştirdi ve katoliklikten vazgeçerek protestan oldu.

Bir yandan İspanyollarla çekişirken, bir yandan da ticaret gemilerini dünyanın dört bir tarafına gönderen denizci Hollandalılar 17. yüzyılda dünyanın her yerindeydiler. Sözgelimi, 1614-74 arasında bugünkü New York civarında Yeni Hollanda adlı bir bölge kurulmuştu. Bölge yöneticilerinden Peter Minuit, bugünkü Manhattan adasını Kızılderililerden 60 gulden karşılığı incik, boncuk ve olta karşılığında satın almıştı. O dönemde kurulan kolonilerden New Amsterdam günümüzde sessiz sakin bir yer, New Haarlem ise, bildiğimiz New York’un siyahi gettosu Harlem’e dönüştü.

Deniz ticareti Amsterdamlılar için, Altın Çağ olarak bilinen 17. yüzyılda görülmemiş bir zenginlik getirdi. Rakip Antwerp şehrinin ispanyol ablukası altında bunalarak çökmesi ile Amsterdam’ın nüfusu büyük bir hızla arttı. Yeni gelenler arasında bulunan Yahudiler kentin tüccar geleneğine daha da katkıda bulundular. Zenginliğin etkisiyle lüks ve gösteriş tutkusu, örneğin lale merakı çılgınlık düzeyine ulaştı. Ama öte yandan da, bazı kesimlerin yoksulluğu arttı. Bu dönemde kullanılan ticaret gemilerinden biri olan Amsterdam’ın bir kopyası Denizcilik Müzesi’nde sergilenmektedir.

Sayısı giderek artan zenginlere konaklar yapmak ve ambarlara mal taşımayı kolaylaştırmak için, 1614’de yapımına başlanan üç büyük kanal Herengracht (Centilmenler Kanalı), Keizersgracht (İmparator Kanalı) ve Prinsengracht (Prens Kanalı) halen şehrin en görülesi yerleridir. Bu kanallar üzerinde yapılmış tuğla cepheli ve hemen hepsi dört katlı konaklar, Amsterdam’a benzersiz bir mimari kalite ve karakter katar. Konakların yapımında ve süslenmesinde sayısız mimar ve ressam çalıştı, mimari ve resimde en üst düzeyde başarılı örnekler görüldü. Bu kanallar boyunca yürümek başlıbaşına bir keyif ve huzur kaynağıdır.

Standart bir kanal evi, dar cepheli, dört veya beş katlıdır. Basık tavanlı zemin katında servis mekanları, mutfak, hizmetliler için yerler bulunur. Ana giriş bir merdiven yardımıyla gelinen birinci kattadır. Bu kat, konuklar için karşılama mekanları ve salonları barındırır, yüksek tavanlı, gösterişli ve sanat eserleriyle süslüdür. İkinci kat ev sahiplerinin yatak odalarını, üst katlar ise hizmetlilerin yatak odalarını barındırır. Merdivenler Hollanda’nın her yerinde daima dar ve diktir. Bu merdivenlerden eşya çıkması mümkün olmadığı için, eşyalar cephede çatı hizasında rahatça görünen kancalar vasıtasıyla çekilirdi. Dahası eşya çekmeyi kolaylaştırmak için bazı binaların ön cepheleri hafifçe eğimlidir. Bu bölgede değil ama başka kanallarda kimisi illegal yüzlerce yüzen ev de görebiliriz.

Biz şimdilik Herengracht boyunca sola doğru yürüyelim. Şüphesiz o dönemin halinden memnun tüccar asilzadelerinden biri de burgomaster Andries de Graef idi. Herengracht kanalında, görkemli bir konağın sahibi olan de Graef, baharat ticaretinden sağladığı gelirle yaptırdığı konağın birinci katında yer alan yüksek tavanlı, tavanında çok değerli ahşap işlemeler bulunan salonunda keyif çatıyordu. Amsterdam çıkışlı gemiler dünya ticaretini elinde bulunduruyor, dünyanın dört bir tarafından baharat, ipekli kumaş getiriyor, Avrupa’ya satıyorlardı. Şüphesiz de Graef, üçyüzelli yıl sonra bugün 446 kapı numaralı konağını bir Türk bankasının, Yapı Kredi Nederland’ın kullanacağını tahmin edemezdi.

De Graef’in evine çok yakın iki meydanı görmeden Amsterdam’ı tanımış olamayız. İlk olarak Leidseplein’e uğrayalım. Küçük meydanın köşesinde, Sadık Yemni’nin Amsterdam’ın Gülü romanının açılış sahnesinin yaşandığı Grand Cafe var, kahramanımız dedektif Orhan’ı selamlayalım. Vakit denk gelmişse kafenin önündeki meydanda top cambazlığı yapan bir adam göreceksiniz. Her ne kadar vücudunun her yeriyle top sektiren bu ufak tefek adam arada bir “Mara-donaa” dese de, gerçek ismi Abdullah’tır ve Faslıdır.

Mutfak konusunda müşkülpesent biriyseniz, Leidseplein etrafında bolca bulunan yeme içme mekanları arasından İtalyan lokantalarını tercih ediniz. Girer girmez garsonların isimlerini sorun, örneğin adı Giuseppe olana Yusuf diye hitap edin. Muhtemelen türkçe cevap alacaksınız. Amsterdam’daki İtalyan lokantalarının çoğu Türkler tarafından işletilmektedir çünkü.

Rembrandtplein ise daha büyükçe ve çok canlı bir meydan. Sakin bir zamanında meydanın tadını çıkarın. Turistlerin bol olduğu günlerde yaklaşmamakta yarar var. Biraseverler, tarihi De Kroon’da mutlaka bir mola vermeli. Meydanda büyük ressamın dev bir heykeli ve en önemli tablosu Gece Nöbeti’nin heykellerle yapılmış üç boyutlu bir versiyonu bulunuyor. Bu tablo ve çok önemli başka yüzlerce tablo Rijksmuseum’da görülebilir.

Rembrandtplein dev ekranda Ajax maçı seyretmek için çok uygun bir yer, tabii forma giymiş ve çokça bira tüketmiş yüzlerce gencin arasında futbol izlemekten hoşlanıyorsanız. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine benzer bir rekabet, Hollanda’da Ajax Amsterdam ile Feyenoord Rotterdam arasında yaşanıyor. Taraftarlar arasında itiş kakış, kavga dövüş eksik olmuyor. Feyenoordlular, Ajaxlılara “Yahudi” diyerek, Ajax’ın özünde bir Yahudi takımı olduğunu vurguluyor ve kendilerince aşağılıyorlar.

Her ne kadar, Ajaxlılar bu görüşe şiddetle karşı çıksa da, Simon Kuper “Ajax, Hollandalılar ve Savaş” kitabında ilginç hikayeler anlatıyor. Meydanın bir sokak arkasındaki nehri geçip, artık var olmayan eski Yahudi mahallesi üzerine düşünmeden önce bu kitabı okumakta büyük yarar var. Amstel nehrinin son görkemli noktası burası, hemen ardından Rokin boyunca küçülecek ve Dam’dan hemen önce de kaybolacak.

Yahudiler Amsterdam’ın tarihinde hem açık, hem de gizli yahudi olarak önemli rol oynamışlardır. Katolik baskısından bunalarak, sözde hıristiyan olan çok sayıda yahudi tarih boyunca kentte yaşadığı gibi, Türkiye’de önemli etkiler yaratmış olan Sabetaycılık hareketinin bazı dalgalarının da Amsterdam’a vurduğu söylenir.

II. Dünya Savaşı’nda güçlü Almanya’ya direnemeyip kolayca teslim olmaları, Hollandalıların ulusal gururunu kolay tamir olmamacasına kırmıştır. Her ne kadar pek çok kahramanca direniş hikayesi anlatılsa da, işin gerçeği kimi Amsterdamlıların Nazilerle uyumlu bir savaş dönemi geçirdiğidir. Bu dönemde, kentin 80 bin kişilik Yahudi nüfusu önemli ölçüde azalmış, hiç mertebesine inmiştir. Rembrandtplein civarındaki zamanında Marlene Dietrich’in sahne aldığı görkemli Tuschinski tiyatrosunun sahibi Abraham Tuschinski de Nazi soykırımının kurbanları arasındaydı. Bu ürpertici anılar arasında en bilineni, gizli bir bölmede iki yıl boyunca ailesiyle birlikte saklanan kız çocuğu Anne Frank’ın öyküsüdür. Anne Frank ve ailesinin saklandığı ev şimdi bir müze haline getirilmiş durumda, gezilesi ve ibret alınası bu müzeye en kolay Dam meydanı üzerinden gidilebilir. Amsterdam’da bugün 15 bin kadar Yahudi yaşıyor.

Rokin caddesi üzerinden, Amstel nehrinin küçülüp yok olmasını takip ederek Dam meydanına dönelim. Hava kararmışsa artık ortam değişmiştir. Dört beş sene önce Afrika’daki iç savaşlardan kaçıp gelen kızlar, gece açıkta yatmamak için, erkeklerin otel odalarını paylaşmayı teklif ediyorlardı. Unutmadan, Dam meydanından gece geçerken, geceden daha karanlık görünen bir zenci yanaşıp usulca fısıldayabilir; “ekstasi, kokain?”. “No, thanks” de kesin çözümdür ama, kendi dilimizle “yok baba, sağol” demek daha keyifli olabilir. Bu soruyla birlikte Amsterdam’ın popüler kültürde bilinen yüzü olan uyuşturucu cennetiyle tanışmışsınız demektir. Dam meydanına pek de uzak olmayan coffee shoplar (kahve severler aldanmayınız) bu izlenimi daha da derinleştirecekse de, gerçekte bu izlenim alabildiğine yanlıştır. Amsterdam’da ağır uyuşturucular kesinlikle yasaktır, hafif uyuşturucuların kontrollü kullanımına ise polis göz yummaktadır. Sokakta bir şeyler satmayı teklif edenler ise, bu imajdan yararlanmayı hedefleyen zararsız dolandırıcılardır.

Artık akşam saati, biraz eğlenmenin sırası geldi diyenler için istikamet Kırmızı Fener Mahallesi. Burası aslında kentin en eski liman bölgesi ve bütün liman bölgelerinde sözgelimi Galata’da olduğu gibi, bolca alkol ve fuhuş hizmetinin tarih boyunca sunulduğu bir yer ola gelmiş. İngilizcesiyle Red Light isminin herkes tarafından kullanıldığı bu mahalle özellikle hafta sonu akşam saatlerinde müthiş kalabalıklar barındırıyor.

Buradaki binaların zemin katlarında çoğunlukla, barlar, coffe shoplar, kiralık odalar (kalacak yer arayanlar aldanmayınız), seks gösterileri düzenleyen mekanlar bulunuyor. Binaların üst katları ise kendi halinde ailelerin konutları olarak kullanılıyor. Artık polisin başarısı mı diyelim, yoksa mahallede yükselen kentin ilk önemli kilisesi Oude Kerk’in manevi etkisi mi diyelim ortam genelde son derece sakindir, elbette çevrede sarhoş İngiliz gruplar yoksa.

Afganistan savaşı sırasında, bütün dünya Afganistan ile yatıp kalkarken yolumu kesen kötü görünümlü bir İtalyan kızı zırva bir gerekçeyle sadaka istemiş, avucuna biraz bozukluk koyunca sevinmiş, nereli olduğumu sormuştu. “Afganistanlıyım” dedim, boş boş baktı önce ve omuzlarını silkti, hiç duymadığını söyledi. Amsterdam dünyanın geri kalan bölgeleri ile farklı frekansta olabiliyordu. Neyse ki Türkleri duymuştu, üstelik çok da cömert olduğumuzu söyledi.

Amsterdam pek taksiye binmeyi gerektiren bir kent değil, merkezi bir yerde konaklamak şartıyla neredeyse her yere yürünebilir. Yürüyüş sırasında kesin olarak bisiklet ve tramvay yollarına dikkat etmek gerekli. Olur da taksiye binerseniz, şoförlerin eğlence yeri önerilerine karşı seçici olmakta yarar var, taksi şoförleri müşteri götürdükleri yerlerden komisyon alırlar çünkü.

Amsterdamlılar şehirlerini bir tolerans abidesi olarak tanımlıyorlar. Gerçekten de farklı renklere, dinlere, dillere ve tercihlere karşı tolerans gösterme, anlayışla karşılama kültürü kentin genlerine sinmiş durumda. Eski sömürgelerden gelip vatandaşlığa geçmiş Asya ve Afrika kökenli Hollandalıların katkısı elbette gözardı edilemez ama bu tolerans noktasına çeşitli zorluk ve çalkantılardan sonra gelindiğini de bilmek gerekli.

1944 kışı Amsterdamlıların Açlık Kışı olarak tanımladığı bir dönem. Normandiya çıkarması yapılmış ama kent hala Alman işgali altında. İşgali kırmak için müttefiklerin kontrolu altında kalan bölgelerden kente gelen trenler durdurulmuş. Bugün günde 1400 tane gelen trenlerin bir tanesi bile girmiyor Centraal Station’a. Korkunç bir açlık ve soğuk yaşanıyor, binlerce insan açlıktan ölüyor.

Savaşın bitiminden sonra gençlerin ilgisi, yaşlı kuşağın beklentisinin aksine çalışmaya yönelik olmuyor, tam tersine eğlenceye ve cinselliğe yöneliyorlar. Ciddi bir kuşak çatışması başlıyor. Daha sonra gelişen gençlik çetelerinin ev işgalleri, hayatı kendi bildikleri gibi yaşama gayreti, Amsterdam’ı hippi akımının önemli merkezlerinden biri haline getirmişti.

Amsterdam hala dünyanın önde gelen finans ve ticaret merkezlerinden biri. Bir Hollanda kenti olduğu kadar, hatta daha da fazlasıyla bir dünya kenti. Sokaklarında her ırktan kaynaşmış insanları görmek, her dili duymak mümkün. Kurallara uyduğunuz takdirde, trafikten eğlenceye kadar gayet karmaşık bir ortak yaşamın nasıl başarıyla kurgulanacağının canlı örneği. Görkem, acı, utanç, sefahat, insana dair ne ararsanız tekmili birden Amsterdam’ın tuğla binaları ve kahverengi kanalları arasında size kendini gösterir.