Tuesday, November 27, 2007

En Kahraman Dağcı Bizimki...

90'lı yıllar boyunca, Türk dağcıları arasında öne çıkan bazı tipler, dağcılığın kahramanlıkla özdeş olduğu, dolayısıyla kendilerinin de kahraman olduğu fikrini yaydılar. Kadrolu kahramanların bu söylemi şimdilerde zayıfladı ama her an hortlayabilir. Kahramanlık kültü, Cermen dağcılar üzerinde bir zamanlar gerçekten de etkili olmuştu.


I. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Doğu Alpler’de Alman ve Avusturyalılar kaya tırmanışında yeni teknikleri geliştirmeye başlamışlardı. Sikke-karabin ikilisinin yoğun olarak kullanıldığı ve tırmanışın analitik olarak ele alınır olduğu, aynı zamanda zirve odaklı İngiliz dağcılık anlayışı ile rota ve stil odaklı Alman dağcılık anlayışının kalın çizgilerle ayrıldığı bir dönem başlamıştı.

Savaş yalnızca dağcılık tekniklerinin yayılmasını sağlayacak olan sportif ilişkileri koparmakla kalmadı. Hans Dülfer ve Sepp Innerkofler gibi çok önemli dağcıların hayatını yitirmesine de neden oldu. Hatta savaş sırasında özellikle Avusturya-İtalya sınırındaki dağlık Tirol bölgesinde dağcıların-dağlıların oluşturdukları birlikler, dağlarda, yine dağcı-dağlı birliklerine karşı savaşmak zorunda kaldı.

I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Alman ve Avusturyalılar kaya tırmanış yöntemlerini Batı Alpler’in daha uzun ve zorlu rotalarında sergilemeye isteklidir. Almanya’nın Bavyera eyaletinde çok sayıda üniversite dağcılık kolu ve dağcılık kulübünün ortak adı olarak değerlendirilen Münih ekolü Alpler’de kalan son problemleri çözmek için kendini hazır hissederken, siyasi platformda yükselen nazizmden büyük destek görüyordu. Nazi ve faşist rejimlerinin totaliter anlayışının, gençliğin enerjisini militarizme kanalize etmeye çalışırken bulduğu yollardan biri dağcılık okulları aracılığıyla dağcılık sporunun yüceltilmesi olmuştu. İngilizlerse Almanlar’a kızmaktadır; sikke kullandıkları için kır-dök ekolü, aşırı derecede risk aldıkları için yap veya öl ekolü diye adlandırırlar Münih ekolünü.

Bu ulusalcı akımların propaganda aygıtları sürekli olarak gençliğe muzaffer kahramanlık ve ülkesinin şeref ve zaferi adına kendisini feda etme kavramlarını aşılıyordu. Buna ek olarak Alman geleneğinde kökenleri 19.yüzyıla uzanan üstün ırk anlayışının bir uzantısı olan “dağ ve bulut kültü” şişiriliyor, dönemin en tanınmış duvar tırmanıcılarından Luis Trenker’in baş rol oynadığı ve dağlarda geçen kahramanlık ve propaganda filmleri çekiliyordu.

Benzer bir gelişme Fransa’da gözlenebilir, I. Dünya Savaşı sırasındaki Alman işgali yıllarında Jeunesse et Montagne (Gençlik ve Dağ) adlı bir hareket oluşturulmuş ve birçok tanınmış Fransız dağcısı bu hareketin içerisinde yetişmişlerdir.

Böylece, Almanya örneğinde, 1914’den önce dağlara tırmanmak Bavyera, Tirol ve benzeri dağlık yörelerde yaşayan halktan bazı insanların gerçekleştirdiği bir etkinlik iken, kısa sürede süperinsanların becerebildiği bir şey olarak görülmeye ve bu insanların kişiliğinde ulusal bir tutku haline gelmeye başlamıştır.

Üstün kalıtsal özelliklerini sergilemek isteyen birçok yetenekli ve cesareti yeteneğinin önünde giden Alman genci 1920’lerin başından itibaren Alpler’in kuzey duvarlarını tırmanmayı denemiştir. Başta, dönemin star dağcısı Willo Welzenbach olmak üzere Alman dağcılar bir çok önemli kuzey yüzünü tırmanmayı başardılar.
1931’de Welzenbach ve Merkl, Grands Charmoz’un kuzey yüzünü denemek için Zermatt’a gelip, yarışmaya dönüşen tırmanışı fırtınalı havada çok zor koşullar altında tamamlamayı başarırlar. Teknik yönünden çok epik yönü ile değerlendirilen bu tırmanışa basının büyük ilgi göstermesi ile Welzenbach adeta Zermatt’ın kahramanı haline gelir.

1930’a gelindiğinde geriye üç büyük alpin problemin kaldığı düşünülmektedir. Bu tırmanışlar gerçekleştirenleri ulusal kahraman yapacaktır ve hiç şüphesiz nazi ve faşist ekolünden yetişen gençler için kaçırılmayacak bir fırsattır bu. Sözkonusu dağlar; Matterhorn, Grandes Jorasses ve Eiger’dir.

Kendilerini bu davaya adamış iki genç Bavyeralı Franz ve Toni Schmid kardeşler Münih’den bisikletle Chamonix’ye gelerek Matterhorn kuzey yüzünü tırmanmayı başarırlar. Bu kez Chamonix kahramanlarını bulmuştur, batı Alpler’e ilk kez gelen ve ölümden zorlukla kurtulan kardeşler en iyi otellerde ağırlanır, basının gözbebeği olur. Hitler bu başarılarından dolayı gençleri kabul ederek madalyayla ödüllendirir. Ancak başarıdan sarhoş olan Toni Schmid ertesi yıl Wiesbachhorn’un kuzey yüzünden düşerek ölür.

Schmid kardeşlerin Matterhorn tırmanışı ile Welzenbach’ın Grands Charmoz tırmanışına basın aşırı ilgi gösterir, bu hikayelerde seks hariç basının aradığı herşey vardır. Biraz da bu havanın etkisi ile Nordwand -kuzey duvarı- kavramı Münih ekolünün ruhuna ve aynı zamanda kanına kolay kolay çıkmayacak bir şekilde girmiştir.

1918-35 arasında 30 defa denenen ve en başarılı dağcıların bile geri dönmek zorunda kaldığı Grandes Jorasses’ın kuzey yüzü sonunda, Riccardo Cassin ve ekibi tarafından 1938’de tırmanıldı. Gururlanma sırası İtalyan gençliğine gelmişti.

Ancak Almanlar’ın dikkati bir süredir 1,5 km.ye 1,5 km. büyüklüğünde iç bükey üçgen formunda olan Eigerwand’a yönelmiştir. İnsan yutan mitolojik bir canavardan adını alan Eiger üzerinde 1935’den itibaren Alman ve İtalyan gençlerinin zafer çabası yavaş yavaş mitolojiyi gerçeklikle örtüşmeye, Eigerwand da dağcıları yutmaya başlar. Çok kolay ulaşılması ve yakındaki kasabadan tırmanışların dürbünle izlenebilmesi nedeniyle tırmanış deneme-trajedileri basında büyük gürültü kopartır.

1935’deki ilk denemede iki Alman genci dördüncü gün gelen sis ile gözden kaybolur. Bu üzücü olay medyada büyük yankı bulursa da sonraki olayların özünde bir değişiklik yaratmaz. Bir sonraki yıl (1936) olimpiyatların ev sahipliğini yapacak olan Naziler için son derece önemli bir yıldır. Üstün ırk fenomenini dünyaya kanıtlamak için yanıp tutuşan Hitler gençliği, Eigerwand’ı tekrar zorlamadan edemez. Gençlere Eiger’deki ölümler hatırlatıldığında şu yanıt alınır: “Birinin canını bu uğurda kaybetmesi vatana hizmetin en mükemmel yoludur.”

Bu kez iki Bavyera’lı ve iki Tirol’lü güçlerini birleştirmiştir. Çok akıllıca bir travers ile rotayı basitleştirerek, bir önceki denemede üç günde alınan yolu, bir günde almayı başarırlar. İkinci gün hava bozar, günlerce süren ölüm kalım mücadelesi ve kurtarma çabalarına karşın, tırmanış bütün dağcıların ölümü ile biter. Bu olaydan sonra Bern yerel yönetimi Eigerwand’a tırmanış denemelerini yasa dışı ilan eder, bunun anlamı İsviçreli kurtarma ekiplerinin hiçbir şekilde Eigerwand’da kurtarma faaliyeti yapmayacağıdır.

1938’de yeni bir Alman Avusturyalı ekibi Eiger’i denemeye koyulur. Heckmair, Harrer, Kasparek ve Vörg’den oluşan ekip büyük tehlikeleri atlattıktan sonra ilk Eigerwand tırmanışını gerçekleştirmeyi başarırlar. Dağcılar ulusal kahraman ilan edilir ve Nazi bayrağı gururla dalgalandırılırken artık Alpler’de bir dönem bitmiş oluyor, ulusal mücadelelerin ekseni Himalaya devlerine kayıyordu.

Tartışmalı Dağ Kazaları

Dağcı arkadaşımız İskender Iğdır'ın Ağrı dağında geçirdiği kazadan sonra yazdığım ve Atlas'ta biraz kısalarak yayınlanan bir yazım.

Tarih boyunca dağcılık sporu içinde çeşitli yönleriyle tartışılan bir çok kaza olmuştur. Tartışmalar; kazanın nasıl olduğuna yönelik, varsa sorumlularının belirlenmesine yönelik, kazadan çıkarılabilecek etik, teknik vb derslere yönelik veya kaza sonrası yapılacak işlerde bir değerler kümesi oluşturmaya yönelik olabilir.

Dağcılık sporuna zaman zaman oluşan aşırı kamuoyu ilgisinin etkisiyle tartışmaların kitlesel medya araçlarına taştığı da sıkça görülmüştür. Ağrı kazasından sonra, kimi yozlaşmış denebilecek kitlesel medya araçlarında yazılıp çizilenlere bakarak, konunun sporun kendi medyasında tartışılması gerekliliğini ileri sürenler oldukça haklıdır şüphesiz. Ancak bu sırada, “konuyu kapama” adına kitlesel medyada kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapılması kabul edilemez.

“Tartışma metodolojisi”, dağcıların üzerinde ayrıntılı olarak tartışmaları gereken bir kavram. Son yıllarda dağcılığın siber medyasında yaşanan tartışmaları izlemiş birisi olarak, ortalamanın çok üzerinde entellektüel birikime sahip olduğu düşünülen dağcıların soğukkanlı tartışma konusunda henüz yeterli birikime ulaşmadıklarını düşünüyorum. Öyle sanıyorum ki, Atlas dergisinin Nisan sayısı bu konuda çıtayı oldukça yukarılara taşıdı.

Matterhorn
Dağcılık tarihçilerinin sonradan Alpinizm’in Altın Çağı olarak adlandırdıkları dönem yaşanmaktadır. Çoğu, dönemin süper devleti İngiltere’den olmak üzere, parası ve boş vakti olan bir çok zengin, soylu, asker Alpler’in zirvelerine tırmanmakta ve dağcılık sporunun temellerini atmaktadır. Belli başlı tüm Alp zirvelerine tırmanılmış, geriye İsviçre-İtalya sınırındaki Matterhorn (4478 m) kalmıştır. Öte yandan bu zirvelerin fethinde İngilizlerin başı çekmesi, kıta Avrupasındaki milletlerin gururunu kırmaktadır. İtalyan politikacı Quintion Sella ‘kendi dağları’ olarak gördükleri Matterhorn için tanınmış rehber Jean Antoine Carrel’i görevlendirir. Öte yandan İngilizlerin tanınmış dağcısı Edward Whymper de bir çoğu Carrel ile birlikte olmak üzere tam yedi kez Matterhorn’a çıkmaya teşebbüs etmiş ancak başarılı olamamıştır.

1865’in Temmuz ayında Zermatt’a gelen Whymper, Carrel’e tekrar denemeyi önerir ancak denemesini gizli tutan Carrel bir bahane ile bu öneriyi savuşturur. Kısa bir süre sonra gizlice ortadan kaybolan Carrel’in niyetini öğrenen Whymper, henüz 18 yaşında olmakla birlikte dağcılık alanında kendisine bir şöhret yapmakta olan Lord Francis Douglas ile karşılaşır, Lord Douglas da kendisine rehberlik yapmakta olan Taugwalder ve oğlu ile Matterhorn’a tırmanmayı planlamaktadır. Whymper ve Douglas birlikte tırmanmaya karar verirler, hemen ardından Whymper’in favori rehberi Michel Croz çıkagelir. Croz dönemin en iyi dağcılarından biri olan Charles Hudson ile birliktedir ve onların da hedefi aynıdır, Whymper bu kuvvetli takımın zirvesini çalmasından ürkerse de Hudson da ona birleşmeyi önerir ancak yanına deneyimsiz arkadaşı 19 yaşındaki Douglas Hadow’u da almak istemektedir. Böylece garip bir ekip ortaya çıkar, çok deneyimliden çok deneyimsize çeşit çeşit dağcı biraraya gelmiştir.

Matterhorn gibi ciddi bir tırmanış için oldukça büyük bir ekiptir bu, üstelik iki ‘ünlü dağcı’ Whymper ve Hudson lider rolüne geçememektedir. İki rehber; Croz ve Taugwalder aynı dili bile konuşamamaktadır. Bütün bunlara karşılık ekip yarışmaya dönüşen bir tırmanışla zirveye ulaşmayı başarır. Zirveden, 400 m aşağıdaki Carrel’in ekibine el sallarlar, Carrel’in ekibi geri döner.

Hudson ve Whymper iniş düzeni için anlaşırlar, belinden birbirine bağlı olarak inecek dağcılar için büyük bir yanlışlık yapılır, inişte en önemsiz yer olan birinci sıraya en deneyimli Croz konur. Önde Croz, ardından Hadow, Hudson, Douglas, Baba Taugwalder, Whymper ve Oğul Taugwalder olmak üzere inişe geçilir. Bir ara, ekibin en zayıfı Hadow kayar, ne olduğunu bile anlamayan Croz’a çarpar, ikisi birden yuvarlanırlar, ikiliyi tutmaya çalışan Hudson ve Douglas da dengelerini kaybederek boşluğa doğru kayarlar, dört kişinin tüm ağırlığı yukarıda bir şekilde emniyet almaya çalışan diğer üçlüye binmiştir. Ancak ekip ne yazık ki aradaki bağı sağlayan ip çok zayıf bir iptir ve bu yükü taşıyamayarak kopar, dört dağcı boşluğa uçar.

Matterhorn kazası, çok tanınmış ve en iyiler arasında gösterilen kimselerin ölmesi nedeniyle İngiltere’de büyük bir sansasyon yaratır, dağcılık aleyhine kampanyalar yürütülmesine neden olur, kimileri Kraliçe Victoria’dan dağcılık sporunu yasaklamasını ister, The Times olan biteni “yanlış ve kabul edilemez” olarak niteler, Alpine Club çalkalanır, yetmezmiş gibi aynı yıl altı kişi daha Alpler’de hayatını kaybeder, Dağcılığın Altın Çağı bitmiştir.

1882’de üç İngiliz ve dört rehberin ölümüne neden olan bir dağ kazasından sonra, Kraliçe Victoria Başbakan Gladstone’un fikrini sorar; acaba Kraliçe dağcılık sporunun aleyhinde konuşmalı mıdır? Gladstone dağcılığın tehlikeleri olan bir spor olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılabilecek bir şey olmadığı konusunda Kraliçe’yi ikna eder.

Everest
1996 ilkbaharında, Everest’in güney yüzünde, dünyanın en yüksek noktasına ulaşmayı amaçlayan farklı niteliklerde bir çok ekspedisyon bulunmaktadır. 10 Mayıs günü Rob Hall ve Scott Fischer’in liderlik ettiği gruplar zirve denemesini yapmaktadır. Her iki grup da ticari tırmanış olarak organize edilmiştir, müşterilere rehberler ve Şerpalar eşlik etmektedir. İki ekipten toplam 18 kişi, ancak tümü de öğleden sonra 2 gibi oldukça geç bir saatte zirveye ulaşmıştır. Aynı saatlerde bir bulut denizinin dağa yaklaştığı görülür, saat 4 civarında dağın üst kısımları bulutla kaplanır. Rob Hall 4.30’da müşterisi Doug Hansen’in kötü durumda olduğunu ve yardım etmek için yanında kalacağını telsizle ana kampa bildirir. Fırtına bulutları dağın etrafını hızla çevirirken ana kamptakiler bu konuşma ile dehşete kapılır.

Saat 8’de 7925 m.deki IV. Kamp’a zirve yapanların çok azı dönebilmiştir. Geceyarısından sonra rehberler Mike Groom ve Neil Beidleman, iki müşteri ve iki şerpa ile tükenmiş durumda kampa inmeyi başarır. Groom ve Beidleman yukarıda beş kişinin beklediği yeri o gün oksijensiz olarak zirve yapmış olan Anatoli Boukreev’e tarif eder. Boukreev olanca yorgunluğuna rağmen geceyarısından sonra fırtınanın içine doğru tırmanışa geçer ancak kimseyi bulamaz, aşağı iner tekrar Groom ve Beidleman ile görüşür ve tekrar tırmanışa geçer. Bu kez üç müşteriyi bulur ve aşağıya indirir, geriye iki müşteri kalmıştır; Beck Weathers ve Yasuko Namba.

Sabah 4.45’de telsizden Rob Hall’un sesi duyulur, müşterisi Doug Hansen gitmiştir, Hansen ölene kadar yanından ayrılmayan Hall tüm gücünü tüketmiştir, sorar “biri beni almaya geliyor mu?” Hall ayrıca Andy Harris’i sorar, Harris de ortalarda yoktur. Öğlene doğru bilanço netleşir; Andy Harris kayıptır, Scott Fischer ve Makalu Gau son olarak yukarılarda bir yerlerde görülmüştür. Bu arada IV. Kampın yakınlarında Beck Weathers ve Yasuko Namba’nın hareketsiz yatan vücutları tespit edilir, bir doktor ve iki Şerpa gidip vücutları kardan çıkarır ancak geri dönüp hala nefes alıp vermekte olan iki dağcının öldüklerini rapor ederler.

Aşağı kamplardaki dağcılar da yukarıya yardıma gelmektedir. Rob Hall’u arama girişimi hızı saatte 100 kilometreyi bulan rüzgarların etkisiyle sonuçsuz kalır.

Hakkari'de Bir Hafta - Cilo

Ağustos 2002'de uzun yıllardır sivillerin ayak basamadığı Hakkari'deki Cilo dağlarına gitmiştik. Kanımca dünyanın en mükemmel kayak merkezlerinden biri olabilecek bu bölge anlatılmaz güzellikte bir coğrafya. Ekibimiz, Caferkule ve Reşko kuzey duvarı gibi önemli tırmanışlar gerçekleştirdi ve bu tırmanışlar Atlas dergisinde geniş olarak yayınlandı.

Ekibimiz..
Uğur Uluocak (dağcı, fotoğrafçı),
Bünyad Dinç (dağcı, fotoğrafçı),
Handan Türkeli (yazar, belgesel yönetmeni),
Ali İhsan Gökçen (doğa araştırmacısı ve fotoğrafçı),
Haldun Ülkenli (dağcı, ORDOS),
Türker Talayman (dağcı, İTÜDAK),
Alper Işın Duran (dağcı, İTÜDAK),
Serhan Gökçay (dağcı, İTÜDAK),
Ve ben Ahmet Köksal.

10 Ağustos Cumartesi sabahı Uğur, Handan, Ali İhsan ve ben Ankara aktarmalı Van uçağı için hava alanında buluştuk. Ankara’da Boeing 737’den inip daha küçük bir uçağa biniyoruz. Tıklım tıklım dolu uçakta TOBB heyeti var. Yaklaşık 11.30 gibi Van’a inmiştik. Bir önceki hafta Ağrı’ya tırmanmış olan Bünyad bizi hava alanında karşıladı.

Bir gün önce otobüsle İstanbul’dan yola çıkan üç arkadaşımız Türker, Alper ve Serhan’la temas kurdum. O sırada onlar da Van’a varmış, Ankara’dan gelen Haldun ile buluşmuşlardı. O grubun otobüs ile Hakkari’ye devam etmelerini kararlaştırdık, bizim daha Van’da alışveriş yapmamız gerekiyordu.

Yaklaşık 15.30 gibi kiraladığımız minibüs ve şoförümüz Mehmet ile Migros’tan hareket ettik. Yolda Gevaş kalesini ve Başkale ilçesini gördük. Başkale lüks arabalarla dolu tam bir kaçakçılık cenneti. Biz de yolda bir köyden kaçak mazot almak suretiyle kaçakçılık ekonomisine katkıda bulunduk. Hakkari’ye 200 kmlik yolu yaklaşık dört saatte aldık.

Hakkari’de il kayak temsilcisi, dağcı Halil Kurşun ile buluşuyoruz. Halil sıcakkanlı bir doğa dostu, bize arkadaşı İsmet ile birlikte yardımcı olacak ve rehberlik yapacaklar. Gece için bize otel ayarlanmış bile. Sümbül Dağı’nı gören mütevazi bir odayı Ali İhsan ile paylaşıyorum.

Hakkari’de futbol sahası dışında hiç bir düz alan yok. Dağın üzerine kurulmuş bir kent. Kente yaklaşırken Zap suyunun aşındırdığı olağanüstü bir vadiden geçiliyor. Yüzlerce ilginç kaya rotası var vadide ama muhtemelen bunların hiç birisi çıkılamayacak. Hazırlıkları devam eden bir baraj inşaatıyla şu andaki yol ve bu güzel kanyon sular altında kalacak.

Pazar kahvaltısının ardından yüklerimizi bir minibüse doldurup, Cilo dağlarının kalbine Mergan Zoma’ya (Mergan Yaylası) kadar giden yolu tutuyoruz. 15 yıldan beri, yöre halkı ve silahlı güçler dışında buraya ulaşan ilk grup biziz.

Haritalarda Hakkari Dağları olarak görünen bu silsile aslında Cilo dağlarıdır ve Cilo-Sat olarak iki bölgeye ayrılır. Biz Cilo bölgesindeyiz, Sat tarafına geçmek güvenlik nedenleri ile kesinlikle yasak. PKK eylem yapmıyor ama hala Sat’ta kampları var. İki bölgeyi birbirinden ayıran dağ geçitlerinin ise mayınlı olduğu söyleniyor. Kampımızdan bakınca bu dağ geçitlerini, özellikle en tanınmışı olan 3200 m yükseklikteki Der-i Cafer’i (Cafer Kapısı) rahatlıkla görebiliyoruz.

Mergan Zoma’nın irtifası 2450 m. Kampımız silsilenin en yüksek doruğu olan Reşko’nun buzuluna ve ardında yükselen kuzey duvarına bakıyor. Bulunduğumuz nokta yaklaşık beş kilometrelik devasa bir vadinin ortası. Vadiyi çevreleyen sırt sistemleri güney ve güneybatı yönlerinde iki büyük içbükey plato oluşturuyor. Güney yönündeki platoda Reşko buzulu ve tepesi (diğer isimleri Gelyaşin ve Uludoruk, 4100 m), güneybatı yönündeki platoda ise Suppadürek buzulu ve tepesi (büyük coğrafyacı Sırrı Erinç’in anısına Erinç tepesi adı verilmiş, 4050 m) bulunuyor. Bu iki platodaki buzulların ve zirvelerin görünümü kesinlikle bugüne kadar Türkiye’de gördüğüm en müthiş manzara.

Kürtçe ve Türkçe isimler karmaşası ile bölgede harita bulunmaması nedeniyle, Halil ve İsmet de tam olarak zirvelerin isimlerini bilmiyor ve birbirine karıştırıyorlar. Bizim getirdiğimiz haritaları ilgiyle inceliyorlar.

Cilo bölgesinin bir ilginç tarafı da 3000 m irtifaya kadar alpin çayırların ve çiçeklerin bulunması. Genellikle 2000 metreden sonra bitki görmemeye alışmış olan bizler için bu çok yeni bir manzara. Ali İhsan büyük bir dinamizm ile çiçek böcek fotoğrafı çekmeye dalıyor ve kısa bir süre sonra kocaman bir arı sokması ile hediyesini alıyor.

Mergan Zoma Jirki aşiretinin bir köyüne ait olan bir yayla. Jirki aşireti uzun yıllardan beri koruculuk yapıyor. Köyün önde geleni Şakir Adıyaman bizi karşılıyor, geldiğimiz için son derece memnun olduklarını söylüyor. Bir ara vadinin girişine yakın, ayrık duran taştan bir kuleyi gösteriyor. O kuleye daha önce bir kaç kez yabancıların çıktığını ve yıllar önce son çıkan dağcının, “Türkler buraya asla çıkamaz” dediğini aktarıyor. Bizden istediği eğer oraya çıkabilirsek bir fotoğrafını kendisine vermemiz.

Aslında Şakir’in merak etmesine hiç gerek yok. Bahsettiği yer Cafer Kule, daha 1965’de sonraları olağanüstü başarılı bir Himalaya dağcısı olacak olan Doug Scott tarafından çıkılmış. Bizim belli başlı hedeflerimizden biri de burası zaten.

Civarda bunlar dışında bir çok vadi sistemi, yayla ve buzul gölü var. Zaman içinde bunları keşfedeceğiz. Pazar öğleden sonra buzulun yanına kadar uzanan bir trekking yapıyoruz. Bir ara bir kayanın ardından Kalaşnikoflu bir adam çıkıveriyor. Bu ilk şaşkınlığımız, daha sonra korucu görmeye alışacağız. Aheste yürüyüşle birbuçuk saatlik bir mesafedeyiz Reşko buzuluna. Buzulun erimesiyle oluşmuş bir göl var dibinde, gölden çıkan küçük bir dere vadinin ortasından akıyor, yaklaşık 15 km boyunca başka bir çok su ile birleşerek Zap’a dökülüyor.

Pazartesi günü dağcı ekip bir antrenman tırmanışı yapmak amacıyla Reşko buzuluna girmeye karar veriyor. Aslında Suppadürek buzuluna daha yakınız ancak henüz aradaki sırtlardan dolayı orayı görebilmiş değiliz. Reşko buzulu ise tam gözümüzün önünde, arkasında yükselen meşhur kuzey duvarı da cabası. Bünyad daha önce, sonuncusu 1986’da olmak üzere, iki kez gelmiş buraya. Şimdilik dağcı olarak değil fotoğrafçı olarak çalışmayı yeğliyor, böylece yavaş yavaş Ağrı’nın da yorgunluğunu atmış olacak.

Altı kişi, iki iple buzula girip buzulu çıkıyoruz. Yaklaşık 3250 metrede buzul bitiyor ve duvarlar başlıyor. Uğur’un niyeti daha da gitmek ama benim için şimdilik o kadarı fazla. Üstelik biraz daha gidildiğinde artık zirve yapmak sözkonusu olacak ve bunun için de yukarılarda bir yerde gecelemek gerekecek ama yanımızda ocak ve uyku tulumu yok. Türker de benimle aynı görüşte, ekibin şansını arttırmak için yanımızdaki su, yiyecek ve diğer malzemeleri arkadaşlarımıza verip geri dönmeyi kararlaştırıyoruz.

Çok geçmeden diğer ekip de fikir değiştiriyor ve yanımıza iniyor. Artık buzulda oynama zamanı. Buzullarda küçüklü büyüklü kimi zaman da devasa çatlaklar olabilir. Çatlakların üzeri karla örtülü olabileceği için son derece tehlikeli tuzaklar hazırlayabilir dağcılara. Bu nedenle iple birbirimize bağlı olarak ilerliyoruz buzulun üzerinde.

Bulduğumuz en büyük çatlakta antrenman yapmaya karar veriyoruz. Buzdan duvarlara tırmanacağız, bu antrenmanın Türkiye’de yapılabileceği yer sayısı ikiyi üçü geçmez sanırım. Önce iple boşluğa sarkıyoruz ardından kazma ve krampon tekniğiyle buzdan duvarı tırmanıyoruz. İlk defa olarak bu tırmanışı yapıyorum, düşündüğümden daha kolay ve çok zevkli buluyorum.

Oyunumuz bitiyor, güneş ufka yaklaşıyor ama biz hala buzul üzerinde ve 3100 metredeyiz. Geldiğimiz rotadan daha farklı bir çarşak rotasından inmeye karar veriyoruz. Kötü kaderimin başlangıç noktası burası olacak. Çarşaktan iniş yaparken, gelirken seçtiğim botun tamamen yanlış olduğunu farkediyorum. Hafif fakat otomatik krampon takmaya uygun, bu yüzden de çok sert bir botum var. Buzulda, kramponlu anlarda çok memnundum ama çarşaktan inerken ayağımı şiddetle vuruyor.

Gece karanlığında, saat 9 gibi kampa varıyoruz. Ayaklarım çok kötü, biraz su içip stretch yaptıktan sonra yatıyorum. Birazdan kapıda Bünyad beliriyor, bana yemek getirmiş. Yemek ve sohbetle diriliyorum. Kalkıp mutfak olarak kullandığımız kayanın dibindeki diğer arkadaşların yanına gidiyorum, çay sohbeti yapıyoruz. Ali İhsan’ın aklı o günlerde beklenen meteor yağmurunda. Ali İhsan’la konuştukça doğa üzerine bilgisinin derinliğinden etkileniyorum.

Ertesi gün ayağım dolayısıyla kampta kalıp kitap okuyorum. Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor romanını. Halil kampımıza bekçilik yapmak üzere yeni bir arkadaşı, Abdullah’ı getiriyor. Abdullah da kendi arkadaşını yanında getirmiş, uzun menzilli suikast tüfeği olan Kanas’ını.

Bir kaya dibinde kitap okurken bölgedeki tek taciz olayıyla karşılaşıyorum. Altı yaşlarında iki velet yanıma yanaşıp “para ver para” diye bağrışıyorlar. Yüzümdeki ifadeden biraz ürkmüş olsalar gerek, uzaklaşıp tekrar bağırıyorlar “heey torist..” ve anlamadığım kürtçe laflar ettikten sonra çekip gidiyorlar.

Dağcı grup öğleden sonra Cafer Kule’yi inceleme gidiyor. Bu da yaklaşık 3000 metreye kadar pis bir çarşaktan üç saatlik yürüyüş demek. Dönüşleri geceye kalıyor, Türker çok muzdarip. En az on kez düştüğünü söylüyor. Ama haberler iyi, rotanın sanıldığı kadar uzun ve zor olmadığını söylüyor Alper. Üç ip boyunda tamamlanabilir bir rota, yani 150 metreden kısa.

Bu bilgilerle iyice tahrik oluyorum. Ayaklarım iyi değil ama ertesi gün oraya tırmanışa gidilecek ve ben de gruba katılma kararı alıyorum. Gece gökyüzündeki binlerce yıldızı ve kayan meteorları izlerken uyuyakalıyorum.

Ertesi sabah saat 5’te yola çıkıyoruz, yolun son kısmında botlarım zemini bir türlü tutmuyor ve güç bela kayanın dibine varıyorum. Bu arada yanımda İsmet var, son derece rahat adeta asfaltta yürüyor. Herhalde ayakkabılarımız arasında 20 kat fiyat farkı vardı ama ben arkama motor bile taksam bu dağlarda İsmet’e asla erişemem.

Uğur, Serhan ve Türker ilk ekip olarak kayaya giriyor. Cafer Kule’nin garip bir jeolojik yapısı var adeta çok kötü kaliteli bir beton gibi görünüyor. Son derece çürük duruyor. Nitekim tırmanış başladıktan hemen sonra tutulan ve basılan yerlerden taşlar inmeye başlıyor. Kulenin arkasındaki bir yamaçta konuşlanıp tırmanışı izliyorum. Tuhaf bir duygu, tırmanışçılarla aynı yükseklikte olup da film seyreder gibi seyretmek. İzlemek güzel de taşlar uçuştukça benim moralim ve isteğim kaybolmaya yüz tutuyor.

Haldun ve Alper’e “ben gelmeyeceğim” diyorum. Gerekçelerimin tümüne katılıyor Haldun yine de bir “ama..” bakışı var. “2000 kilometre yolu bunun için gelmedin mi?” demek istiyor sanırım. Benim de bir “ama..” cümlem var, o andaki psikolojime göre objektif tehlikeleri çok fazla buluyorum. İki kişi, üç kişiye göre çok daha hızlı ve tehlikesiz halledebilir. Bugün bu yazıyı yazarken, yedi sekiz dakikada çıkılabilecek 30 metrelik bir geçiş yüzünden tırmanışı yapmadığımın farkındayım ama hala bunun için üzülmüyorum.

Daha önce kitaplardan tanınan bir kuleyi bulup tırmanmak müthiş bir duygu ve ben kulenin üzerine çıkmasam da bu duyguyu paylaşıyorum. Onun yerine fotoğraf çekmek için arkadaki yamaçlara tırmanıyorum İsmet ile birlikte. Arka vadilere geçen küçük bir dağ geçidinde insan izlerine rastlıyoruz. İsmet bu izlerin kaçakçılara ait olduğunu tahmin ediyor. Özellikle Yüksekova kökenli kaçakçıların İran’dan eroini sırtlarında geçirdiklerini, dağ geçitlerinden gece karanlığında inip çıktıklarını ve gördükleri karaltıya ellerindeki Kalaşnikof ile her an ateş etmeye hazır olduklarını anlatıyor. İsmet bu dağların çocuğu, dağcı ve kayakçı ama kaçakçıların bu akıl almaz geçişleri onun için bile muamma.

Arkadaşların kule üzerindeki fotoğraflarını çekiyorum, bir ara objektif değiştirdiğimde hepsi birden gölgeye kaçıyorlar. Tekrar ortaya çıkmaları için bağırıyorum; “Uğuuur, Uğuuur...”. Gölgeden çıkmaya niyetleri yok anlaşılan çocuklardan birinin sesi geliyor “..tooplantıdaa..”.

Dönüşte Türker ile birlikte biraz erken yola çıkıyorum. Fazla yol alamadan hava kararıyor. Gece karanlığında berbat bir zeminde iki saat kadar düşe kalka ilerliyoruz. Kampa ulaşıp adrenalinim azaldığında kendimi birden çok yorgun hissediyorum, adeta çöküyorum. Ayaklarım perişan durumda, iki bardak çorba ve iki fincan çaydan sonra sıra bakıma geliyor. Yakındaki buzul deresinde ayaklarımı temizliyorum, soğuk şoku ile ağrılar kesiliyor. Botun vurduğu yerler açık yaraya dönüşmüş, sargı beziyle sarıyorum. Gece kendi kendime basit bir hesap ile artık sportif iddiamın kalmadığını kabul ediyorum, ya kampta yatmam gerekecek ya da dönmem. En iyisi dönmek galiba...

Ertesi sabah kararımı açıklıyorum, arkadaşlar fazla memnun olmasalar da hak veriyorlar. Kahvaltıdan sonra Ali İhsan ile birlikte nispeten daha sıcak bir dereye (5-6 C) gidip ciyak ciyak bağırarak yıkanıyoruz. Bir süre sonra diğer arkadaşların da katılımıyla ortalık hamama dönüyor.

Öğleden sonra yaylaya piknik için gelmiş olan bir minibüse binip Zap Karakolu’na iniyorum. Karakolda görev süresini tamamlamış bir astsubay ile birlikte Van’a geçiyorum. Van benim için büyük bir konfor ve bu maceranın sonu demek.

Saturday, November 24, 2007

Amsterdam


Atlas'ın Ekim 2007 sayısında yayınlanan Amsterdam yazım. En sevdiğim yerlerden biri. Fotoğrafta Munttoren görülüyor.
Gel de, “dünyayı tanrı yarattı, Hollanda’yı ise Hollandalılar” sözünü hatırlama. Sol tarafımda bir zamanlar deniz, Ij körfezi vardı, 300 yıl önce VOC şirketine bağlı dev ticaret gemileri beyaz yelkenleri rüzgarla, depoları da baharatla yüklü olarak azametle aşardı bu suları. Artık deniz yok, ama denize uzanan geometrik dev bir kanal var, üzerinde geometrik kazılmış limanları, üzerinde de yelkenli ve orta büyüklükte tekneleri ile.

Trenimiz yavaşlıyor, 19. yüzyıl sonunun endüstriyel mimarisini yansıtan tuğla, cam ve çelikten yapılmış tarihi bir binanın içine, Centraal Station’a girip duruyoruz. Tarihi tren istasyonlarının büyüleyici atmosferini ve kendine özgü kokusunu geride bırakarak dışarı çıkıyoruz.

İstasyonun önü kalabalık ve cıvıl cıvıl ama ilk kez gelenler için izlenim parlak değil. Amsterdam’ın geometrik merkezinde sayılırız. Sarışın beyaz tenli, abanoz karası, doğu Asyalı, kuzey Afrikalı, hülasa dünyanın her yerinden toplanmış gelmiş ve artık buralı olmuşların bisikletleri arasından geçip, tam karşımıza gelen ana caddeye, Damrak’a düşelim. Solda elmas pazarı Beurs Berlage veya sağda seks müzesi gibi ilgi çekebilecek yerleri saymazsak karaktersiz bir cadde, ki bir zamanlar cadde bile değil, bir nehirdi. Doldurularak caddeye dönüştü, eh burası Amsterdam, coğrafya karmaşık. Anlayabilmek için, turist kalabalığını yararak herşeyin başladığı noktaya “baraja” doğru gidelim.

Hollanda’daki şehir isimlerinin çoğunun, Amsterdam, Rotterdam gibi “dam” ile bittiğine dikkat ettiniz mi? Eğer adı “dam” ile biten bir şehirdeyseniz, bilin ki orada bir zamanlar bir akarsu varmış, suyun üzerine köprü işlevi gören bir set kurularak, nehrin iki yakası birleştirilerek şehrin tohumları atılmıştır. Hollanda ve akarsu mu dediniz? Bu ülkenin neredeyse tamamının Ren nehrinin deltası olduğunu bilirsek işimiz daha da kolaylaşır. Bir zamanlar kimsenin yerleşmek istemediği, sürekli su baskınları yaşanan, sisli, alçak topraklar.

Vakti zamanında geniş ama kısacık bir nehirdi Amstel. 1200’lerde etrafta yaşayan balıkçılar denize dökülmesine beş altıyüz metre kala Amstel’in üzerine bir set inşa edip, bir köy kurdular. Köyün adı da bu yüzden Amstelledamme oldu. Semantik olarak bu kadar uygun bir isim bulmak zordur, hele Amstel (aeme stelle) sözcüğünün eski dilde “suları bol arazi” anlamına geldiğini düşünürsek.

Bir zamanların Amstel nehri, şimdinin Damrak caddesi üzerindeki yürüyüşümüz uzun sürmeyecek, herşeyin başladığı noktaya, nehrin üzerindeki baraja, şimdiki Dam meydanına kolayca erişeceğiz. Bir zamanlar bu caddede teknelerin yüzdüğünü hayal etmek kolay değil. Ama biz yine de deneyelim, sözgelimi 1664 yılında orta yaşlı bir beyefendinin, Bay van Rijn’in küreklerini çektiği kayığa gidelim.

Bu beyefendinin derdi, Dam meydanında idam edilen bir genç kızın cesedi ile ilişkiliydi. 18 yaşındaki kimsesiz yoksul Elsje talihsiz bir olaya karışmış ve katil olarak tutuklanmıştı. Genç kız kaçma çabası içinde kendini Damrak’ın sularına bırakmış ama etraftaki gemiciler onu sudan çıkarmış, yargılanmış ve idam edilmişti. Cesedi, Ij körfezinde günlerce asılı kalmıştı. Bay Van Rijn ise genç kızın karakalem bir resmini çizme derdindeydi. Ne de olsa o, şehrin tanınmış ressamı Rembrandt van Rijn idi.

Nasıl İstanbul Sinan’ın, Barcelona Gaudi’nin şehri ise, Amsterdam da Rembrandt’ın şehridir. Amsterdam 17. yüzyılda en zengin ve en görkemli günlerini, Altın Çağ’ını yaşarken, olağanüstü yetenekli bir ressama sahip olma şansını yakalamıştı. O dönemde Jan Vermeer, Frans Hals gibi çok yetenekli bir çok Hollandalı ressam yetişmişti.

Biz yine Dam’a, yüzyıllardan beri, baştan bu yana kentin merkezi noktası olmuş meydana dönelim. Mimari olarak pek de çekici bir meydan olduğu söylenemez. 17. yüzyıldan kalma eski belediye binası, şimdiki Köninklijk Paleis ile Yeni Kilise (Niuwe Kerk) neredeyse birbirlerinin üzerine binmişler. Benim mimari olarak favorim, nehrin diğer yakasındaki Eski Kilise (Oude Kerk) zaten.

II. Dünya Savaşı’nın ölüm ve açlık kokulu tatsız anılarını yad eden, sütun biçimindeki Ulusal Anıt’a ve meydanda gösteriler yapan jonglörlere kısaca göz atıp, bu kalabalık meydandan uzaklaşalım. Alışveriş derdinde olanlar Kalverstraat’a girebilir, şehrin karakterini görmek isteyenler ise Dam meydanındaki Kraliçe’nin Sarayı olarak da adlandırılan eski belediye binasının yanından geçerek, biraz ileriye gracht denen büyük kanallara doğru yürüyecekler.

Amsterdam’da yapılabilecek en büyük hatalardan biri haritasız dolaşmaktır. Tarihi bölgenin planı bir yarım daire şeklinde, ve bu yarım dairenin içine doğru birbirine paralel kazılmış kanallar var. Normalde bir gracht boyunca yürüdüğünüzde dairesel bir hatta yürümüş oluyorsunuz ve başka yollardan on dakikada yürünebilecek bir mesafeyi aşmak için yarım saat gerekebiliyor.

16 ve 17. yüzyıllar Hollanda’nın ve Amsterdam’ın en ilginç dönemidir. Kuzey Avrupa’da yaygınlaşan protestanlığı baskılamak isteyen katolik İspanyollara karşı direnen kalvinist Orange hanedanının yürüttüğü seksen yıl savaşlarında (1568-1648) önce İspanyolları destekleyen Amsterdamlılar, 1578’de birdenbire taraf değiştirdiler. Alterasyon adı verilen bu dönüşümle, kentliler sadece taraf değil, aynı zamanda mezhep de değiştirdi ve katoliklikten vazgeçerek protestan oldu.

Bir yandan İspanyollarla çekişirken, bir yandan da ticaret gemilerini dünyanın dört bir tarafına gönderen denizci Hollandalılar 17. yüzyılda dünyanın her yerindeydiler. Sözgelimi, 1614-74 arasında bugünkü New York civarında Yeni Hollanda adlı bir bölge kurulmuştu. Bölge yöneticilerinden Peter Minuit, bugünkü Manhattan adasını Kızılderililerden 60 gulden karşılığı incik, boncuk ve olta karşılığında satın almıştı. O dönemde kurulan kolonilerden New Amsterdam günümüzde sessiz sakin bir yer, New Haarlem ise, bildiğimiz New York’un siyahi gettosu Harlem’e dönüştü.

Deniz ticareti Amsterdamlılar için, Altın Çağ olarak bilinen 17. yüzyılda görülmemiş bir zenginlik getirdi. Rakip Antwerp şehrinin ispanyol ablukası altında bunalarak çökmesi ile Amsterdam’ın nüfusu büyük bir hızla arttı. Yeni gelenler arasında bulunan Yahudiler kentin tüccar geleneğine daha da katkıda bulundular. Zenginliğin etkisiyle lüks ve gösteriş tutkusu, örneğin lale merakı çılgınlık düzeyine ulaştı. Ama öte yandan da, bazı kesimlerin yoksulluğu arttı. Bu dönemde kullanılan ticaret gemilerinden biri olan Amsterdam’ın bir kopyası Denizcilik Müzesi’nde sergilenmektedir.

Sayısı giderek artan zenginlere konaklar yapmak ve ambarlara mal taşımayı kolaylaştırmak için, 1614’de yapımına başlanan üç büyük kanal Herengracht (Centilmenler Kanalı), Keizersgracht (İmparator Kanalı) ve Prinsengracht (Prens Kanalı) halen şehrin en görülesi yerleridir. Bu kanallar üzerinde yapılmış tuğla cepheli ve hemen hepsi dört katlı konaklar, Amsterdam’a benzersiz bir mimari kalite ve karakter katar. Konakların yapımında ve süslenmesinde sayısız mimar ve ressam çalıştı, mimari ve resimde en üst düzeyde başarılı örnekler görüldü. Bu kanallar boyunca yürümek başlıbaşına bir keyif ve huzur kaynağıdır.

Standart bir kanal evi, dar cepheli, dört veya beş katlıdır. Basık tavanlı zemin katında servis mekanları, mutfak, hizmetliler için yerler bulunur. Ana giriş bir merdiven yardımıyla gelinen birinci kattadır. Bu kat, konuklar için karşılama mekanları ve salonları barındırır, yüksek tavanlı, gösterişli ve sanat eserleriyle süslüdür. İkinci kat ev sahiplerinin yatak odalarını, üst katlar ise hizmetlilerin yatak odalarını barındırır. Merdivenler Hollanda’nın her yerinde daima dar ve diktir. Bu merdivenlerden eşya çıkması mümkün olmadığı için, eşyalar cephede çatı hizasında rahatça görünen kancalar vasıtasıyla çekilirdi. Dahası eşya çekmeyi kolaylaştırmak için bazı binaların ön cepheleri hafifçe eğimlidir. Bu bölgede değil ama başka kanallarda kimisi illegal yüzlerce yüzen ev de görebiliriz.

Biz şimdilik Herengracht boyunca sola doğru yürüyelim. Şüphesiz o dönemin halinden memnun tüccar asilzadelerinden biri de burgomaster Andries de Graef idi. Herengracht kanalında, görkemli bir konağın sahibi olan de Graef, baharat ticaretinden sağladığı gelirle yaptırdığı konağın birinci katında yer alan yüksek tavanlı, tavanında çok değerli ahşap işlemeler bulunan salonunda keyif çatıyordu. Amsterdam çıkışlı gemiler dünya ticaretini elinde bulunduruyor, dünyanın dört bir tarafından baharat, ipekli kumaş getiriyor, Avrupa’ya satıyorlardı. Şüphesiz de Graef, üçyüzelli yıl sonra bugün 446 kapı numaralı konağını bir Türk bankasının, Yapı Kredi Nederland’ın kullanacağını tahmin edemezdi.

De Graef’in evine çok yakın iki meydanı görmeden Amsterdam’ı tanımış olamayız. İlk olarak Leidseplein’e uğrayalım. Küçük meydanın köşesinde, Sadık Yemni’nin Amsterdam’ın Gülü romanının açılış sahnesinin yaşandığı Grand Cafe var, kahramanımız dedektif Orhan’ı selamlayalım. Vakit denk gelmişse kafenin önündeki meydanda top cambazlığı yapan bir adam göreceksiniz. Her ne kadar vücudunun her yeriyle top sektiren bu ufak tefek adam arada bir “Mara-donaa” dese de, gerçek ismi Abdullah’tır ve Faslıdır.

Mutfak konusunda müşkülpesent biriyseniz, Leidseplein etrafında bolca bulunan yeme içme mekanları arasından İtalyan lokantalarını tercih ediniz. Girer girmez garsonların isimlerini sorun, örneğin adı Giuseppe olana Yusuf diye hitap edin. Muhtemelen türkçe cevap alacaksınız. Amsterdam’daki İtalyan lokantalarının çoğu Türkler tarafından işletilmektedir çünkü.

Rembrandtplein ise daha büyükçe ve çok canlı bir meydan. Sakin bir zamanında meydanın tadını çıkarın. Turistlerin bol olduğu günlerde yaklaşmamakta yarar var. Biraseverler, tarihi De Kroon’da mutlaka bir mola vermeli. Meydanda büyük ressamın dev bir heykeli ve en önemli tablosu Gece Nöbeti’nin heykellerle yapılmış üç boyutlu bir versiyonu bulunuyor. Bu tablo ve çok önemli başka yüzlerce tablo Rijksmuseum’da görülebilir.

Rembrandtplein dev ekranda Ajax maçı seyretmek için çok uygun bir yer, tabii forma giymiş ve çokça bira tüketmiş yüzlerce gencin arasında futbol izlemekten hoşlanıyorsanız. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine benzer bir rekabet, Hollanda’da Ajax Amsterdam ile Feyenoord Rotterdam arasında yaşanıyor. Taraftarlar arasında itiş kakış, kavga dövüş eksik olmuyor. Feyenoordlular, Ajaxlılara “Yahudi” diyerek, Ajax’ın özünde bir Yahudi takımı olduğunu vurguluyor ve kendilerince aşağılıyorlar.

Her ne kadar, Ajaxlılar bu görüşe şiddetle karşı çıksa da, Simon Kuper “Ajax, Hollandalılar ve Savaş” kitabında ilginç hikayeler anlatıyor. Meydanın bir sokak arkasındaki nehri geçip, artık var olmayan eski Yahudi mahallesi üzerine düşünmeden önce bu kitabı okumakta büyük yarar var. Amstel nehrinin son görkemli noktası burası, hemen ardından Rokin boyunca küçülecek ve Dam’dan hemen önce de kaybolacak.

Yahudiler Amsterdam’ın tarihinde hem açık, hem de gizli yahudi olarak önemli rol oynamışlardır. Katolik baskısından bunalarak, sözde hıristiyan olan çok sayıda yahudi tarih boyunca kentte yaşadığı gibi, Türkiye’de önemli etkiler yaratmış olan Sabetaycılık hareketinin bazı dalgalarının da Amsterdam’a vurduğu söylenir.

II. Dünya Savaşı’nda güçlü Almanya’ya direnemeyip kolayca teslim olmaları, Hollandalıların ulusal gururunu kolay tamir olmamacasına kırmıştır. Her ne kadar pek çok kahramanca direniş hikayesi anlatılsa da, işin gerçeği kimi Amsterdamlıların Nazilerle uyumlu bir savaş dönemi geçirdiğidir. Bu dönemde, kentin 80 bin kişilik Yahudi nüfusu önemli ölçüde azalmış, hiç mertebesine inmiştir. Rembrandtplein civarındaki zamanında Marlene Dietrich’in sahne aldığı görkemli Tuschinski tiyatrosunun sahibi Abraham Tuschinski de Nazi soykırımının kurbanları arasındaydı. Bu ürpertici anılar arasında en bilineni, gizli bir bölmede iki yıl boyunca ailesiyle birlikte saklanan kız çocuğu Anne Frank’ın öyküsüdür. Anne Frank ve ailesinin saklandığı ev şimdi bir müze haline getirilmiş durumda, gezilesi ve ibret alınası bu müzeye en kolay Dam meydanı üzerinden gidilebilir. Amsterdam’da bugün 15 bin kadar Yahudi yaşıyor.

Rokin caddesi üzerinden, Amstel nehrinin küçülüp yok olmasını takip ederek Dam meydanına dönelim. Hava kararmışsa artık ortam değişmiştir. Dört beş sene önce Afrika’daki iç savaşlardan kaçıp gelen kızlar, gece açıkta yatmamak için, erkeklerin otel odalarını paylaşmayı teklif ediyorlardı. Unutmadan, Dam meydanından gece geçerken, geceden daha karanlık görünen bir zenci yanaşıp usulca fısıldayabilir; “ekstasi, kokain?”. “No, thanks” de kesin çözümdür ama, kendi dilimizle “yok baba, sağol” demek daha keyifli olabilir. Bu soruyla birlikte Amsterdam’ın popüler kültürde bilinen yüzü olan uyuşturucu cennetiyle tanışmışsınız demektir. Dam meydanına pek de uzak olmayan coffee shoplar (kahve severler aldanmayınız) bu izlenimi daha da derinleştirecekse de, gerçekte bu izlenim alabildiğine yanlıştır. Amsterdam’da ağır uyuşturucular kesinlikle yasaktır, hafif uyuşturucuların kontrollü kullanımına ise polis göz yummaktadır. Sokakta bir şeyler satmayı teklif edenler ise, bu imajdan yararlanmayı hedefleyen zararsız dolandırıcılardır.

Artık akşam saati, biraz eğlenmenin sırası geldi diyenler için istikamet Kırmızı Fener Mahallesi. Burası aslında kentin en eski liman bölgesi ve bütün liman bölgelerinde sözgelimi Galata’da olduğu gibi, bolca alkol ve fuhuş hizmetinin tarih boyunca sunulduğu bir yer ola gelmiş. İngilizcesiyle Red Light isminin herkes tarafından kullanıldığı bu mahalle özellikle hafta sonu akşam saatlerinde müthiş kalabalıklar barındırıyor.

Buradaki binaların zemin katlarında çoğunlukla, barlar, coffe shoplar, kiralık odalar (kalacak yer arayanlar aldanmayınız), seks gösterileri düzenleyen mekanlar bulunuyor. Binaların üst katları ise kendi halinde ailelerin konutları olarak kullanılıyor. Artık polisin başarısı mı diyelim, yoksa mahallede yükselen kentin ilk önemli kilisesi Oude Kerk’in manevi etkisi mi diyelim ortam genelde son derece sakindir, elbette çevrede sarhoş İngiliz gruplar yoksa.

Afganistan savaşı sırasında, bütün dünya Afganistan ile yatıp kalkarken yolumu kesen kötü görünümlü bir İtalyan kızı zırva bir gerekçeyle sadaka istemiş, avucuna biraz bozukluk koyunca sevinmiş, nereli olduğumu sormuştu. “Afganistanlıyım” dedim, boş boş baktı önce ve omuzlarını silkti, hiç duymadığını söyledi. Amsterdam dünyanın geri kalan bölgeleri ile farklı frekansta olabiliyordu. Neyse ki Türkleri duymuştu, üstelik çok da cömert olduğumuzu söyledi.

Amsterdam pek taksiye binmeyi gerektiren bir kent değil, merkezi bir yerde konaklamak şartıyla neredeyse her yere yürünebilir. Yürüyüş sırasında kesin olarak bisiklet ve tramvay yollarına dikkat etmek gerekli. Olur da taksiye binerseniz, şoförlerin eğlence yeri önerilerine karşı seçici olmakta yarar var, taksi şoförleri müşteri götürdükleri yerlerden komisyon alırlar çünkü.

Amsterdamlılar şehirlerini bir tolerans abidesi olarak tanımlıyorlar. Gerçekten de farklı renklere, dinlere, dillere ve tercihlere karşı tolerans gösterme, anlayışla karşılama kültürü kentin genlerine sinmiş durumda. Eski sömürgelerden gelip vatandaşlığa geçmiş Asya ve Afrika kökenli Hollandalıların katkısı elbette gözardı edilemez ama bu tolerans noktasına çeşitli zorluk ve çalkantılardan sonra gelindiğini de bilmek gerekli.

1944 kışı Amsterdamlıların Açlık Kışı olarak tanımladığı bir dönem. Normandiya çıkarması yapılmış ama kent hala Alman işgali altında. İşgali kırmak için müttefiklerin kontrolu altında kalan bölgelerden kente gelen trenler durdurulmuş. Bugün günde 1400 tane gelen trenlerin bir tanesi bile girmiyor Centraal Station’a. Korkunç bir açlık ve soğuk yaşanıyor, binlerce insan açlıktan ölüyor.

Savaşın bitiminden sonra gençlerin ilgisi, yaşlı kuşağın beklentisinin aksine çalışmaya yönelik olmuyor, tam tersine eğlenceye ve cinselliğe yöneliyorlar. Ciddi bir kuşak çatışması başlıyor. Daha sonra gelişen gençlik çetelerinin ev işgalleri, hayatı kendi bildikleri gibi yaşama gayreti, Amsterdam’ı hippi akımının önemli merkezlerinden biri haline getirmişti.

Amsterdam hala dünyanın önde gelen finans ve ticaret merkezlerinden biri. Bir Hollanda kenti olduğu kadar, hatta daha da fazlasıyla bir dünya kenti. Sokaklarında her ırktan kaynaşmış insanları görmek, her dili duymak mümkün. Kurallara uyduğunuz takdirde, trafikten eğlenceye kadar gayet karmaşık bir ortak yaşamın nasıl başarıyla kurgulanacağının canlı örneği. Görkem, acı, utanç, sefahat, insana dair ne ararsanız tekmili birden Amsterdam’ın tuğla binaları ve kahverengi kanalları arasında size kendini gösterir.