Tuesday, November 27, 2007

En Kahraman Dağcı Bizimki...

90'lı yıllar boyunca, Türk dağcıları arasında öne çıkan bazı tipler, dağcılığın kahramanlıkla özdeş olduğu, dolayısıyla kendilerinin de kahraman olduğu fikrini yaydılar. Kadrolu kahramanların bu söylemi şimdilerde zayıfladı ama her an hortlayabilir. Kahramanlık kültü, Cermen dağcılar üzerinde bir zamanlar gerçekten de etkili olmuştu.


I. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Doğu Alpler’de Alman ve Avusturyalılar kaya tırmanışında yeni teknikleri geliştirmeye başlamışlardı. Sikke-karabin ikilisinin yoğun olarak kullanıldığı ve tırmanışın analitik olarak ele alınır olduğu, aynı zamanda zirve odaklı İngiliz dağcılık anlayışı ile rota ve stil odaklı Alman dağcılık anlayışının kalın çizgilerle ayrıldığı bir dönem başlamıştı.

Savaş yalnızca dağcılık tekniklerinin yayılmasını sağlayacak olan sportif ilişkileri koparmakla kalmadı. Hans Dülfer ve Sepp Innerkofler gibi çok önemli dağcıların hayatını yitirmesine de neden oldu. Hatta savaş sırasında özellikle Avusturya-İtalya sınırındaki dağlık Tirol bölgesinde dağcıların-dağlıların oluşturdukları birlikler, dağlarda, yine dağcı-dağlı birliklerine karşı savaşmak zorunda kaldı.

I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Alman ve Avusturyalılar kaya tırmanış yöntemlerini Batı Alpler’in daha uzun ve zorlu rotalarında sergilemeye isteklidir. Almanya’nın Bavyera eyaletinde çok sayıda üniversite dağcılık kolu ve dağcılık kulübünün ortak adı olarak değerlendirilen Münih ekolü Alpler’de kalan son problemleri çözmek için kendini hazır hissederken, siyasi platformda yükselen nazizmden büyük destek görüyordu. Nazi ve faşist rejimlerinin totaliter anlayışının, gençliğin enerjisini militarizme kanalize etmeye çalışırken bulduğu yollardan biri dağcılık okulları aracılığıyla dağcılık sporunun yüceltilmesi olmuştu. İngilizlerse Almanlar’a kızmaktadır; sikke kullandıkları için kır-dök ekolü, aşırı derecede risk aldıkları için yap veya öl ekolü diye adlandırırlar Münih ekolünü.

Bu ulusalcı akımların propaganda aygıtları sürekli olarak gençliğe muzaffer kahramanlık ve ülkesinin şeref ve zaferi adına kendisini feda etme kavramlarını aşılıyordu. Buna ek olarak Alman geleneğinde kökenleri 19.yüzyıla uzanan üstün ırk anlayışının bir uzantısı olan “dağ ve bulut kültü” şişiriliyor, dönemin en tanınmış duvar tırmanıcılarından Luis Trenker’in baş rol oynadığı ve dağlarda geçen kahramanlık ve propaganda filmleri çekiliyordu.

Benzer bir gelişme Fransa’da gözlenebilir, I. Dünya Savaşı sırasındaki Alman işgali yıllarında Jeunesse et Montagne (Gençlik ve Dağ) adlı bir hareket oluşturulmuş ve birçok tanınmış Fransız dağcısı bu hareketin içerisinde yetişmişlerdir.

Böylece, Almanya örneğinde, 1914’den önce dağlara tırmanmak Bavyera, Tirol ve benzeri dağlık yörelerde yaşayan halktan bazı insanların gerçekleştirdiği bir etkinlik iken, kısa sürede süperinsanların becerebildiği bir şey olarak görülmeye ve bu insanların kişiliğinde ulusal bir tutku haline gelmeye başlamıştır.

Üstün kalıtsal özelliklerini sergilemek isteyen birçok yetenekli ve cesareti yeteneğinin önünde giden Alman genci 1920’lerin başından itibaren Alpler’in kuzey duvarlarını tırmanmayı denemiştir. Başta, dönemin star dağcısı Willo Welzenbach olmak üzere Alman dağcılar bir çok önemli kuzey yüzünü tırmanmayı başardılar.
1931’de Welzenbach ve Merkl, Grands Charmoz’un kuzey yüzünü denemek için Zermatt’a gelip, yarışmaya dönüşen tırmanışı fırtınalı havada çok zor koşullar altında tamamlamayı başarırlar. Teknik yönünden çok epik yönü ile değerlendirilen bu tırmanışa basının büyük ilgi göstermesi ile Welzenbach adeta Zermatt’ın kahramanı haline gelir.

1930’a gelindiğinde geriye üç büyük alpin problemin kaldığı düşünülmektedir. Bu tırmanışlar gerçekleştirenleri ulusal kahraman yapacaktır ve hiç şüphesiz nazi ve faşist ekolünden yetişen gençler için kaçırılmayacak bir fırsattır bu. Sözkonusu dağlar; Matterhorn, Grandes Jorasses ve Eiger’dir.

Kendilerini bu davaya adamış iki genç Bavyeralı Franz ve Toni Schmid kardeşler Münih’den bisikletle Chamonix’ye gelerek Matterhorn kuzey yüzünü tırmanmayı başarırlar. Bu kez Chamonix kahramanlarını bulmuştur, batı Alpler’e ilk kez gelen ve ölümden zorlukla kurtulan kardeşler en iyi otellerde ağırlanır, basının gözbebeği olur. Hitler bu başarılarından dolayı gençleri kabul ederek madalyayla ödüllendirir. Ancak başarıdan sarhoş olan Toni Schmid ertesi yıl Wiesbachhorn’un kuzey yüzünden düşerek ölür.

Schmid kardeşlerin Matterhorn tırmanışı ile Welzenbach’ın Grands Charmoz tırmanışına basın aşırı ilgi gösterir, bu hikayelerde seks hariç basının aradığı herşey vardır. Biraz da bu havanın etkisi ile Nordwand -kuzey duvarı- kavramı Münih ekolünün ruhuna ve aynı zamanda kanına kolay kolay çıkmayacak bir şekilde girmiştir.

1918-35 arasında 30 defa denenen ve en başarılı dağcıların bile geri dönmek zorunda kaldığı Grandes Jorasses’ın kuzey yüzü sonunda, Riccardo Cassin ve ekibi tarafından 1938’de tırmanıldı. Gururlanma sırası İtalyan gençliğine gelmişti.

Ancak Almanlar’ın dikkati bir süredir 1,5 km.ye 1,5 km. büyüklüğünde iç bükey üçgen formunda olan Eigerwand’a yönelmiştir. İnsan yutan mitolojik bir canavardan adını alan Eiger üzerinde 1935’den itibaren Alman ve İtalyan gençlerinin zafer çabası yavaş yavaş mitolojiyi gerçeklikle örtüşmeye, Eigerwand da dağcıları yutmaya başlar. Çok kolay ulaşılması ve yakındaki kasabadan tırmanışların dürbünle izlenebilmesi nedeniyle tırmanış deneme-trajedileri basında büyük gürültü kopartır.

1935’deki ilk denemede iki Alman genci dördüncü gün gelen sis ile gözden kaybolur. Bu üzücü olay medyada büyük yankı bulursa da sonraki olayların özünde bir değişiklik yaratmaz. Bir sonraki yıl (1936) olimpiyatların ev sahipliğini yapacak olan Naziler için son derece önemli bir yıldır. Üstün ırk fenomenini dünyaya kanıtlamak için yanıp tutuşan Hitler gençliği, Eigerwand’ı tekrar zorlamadan edemez. Gençlere Eiger’deki ölümler hatırlatıldığında şu yanıt alınır: “Birinin canını bu uğurda kaybetmesi vatana hizmetin en mükemmel yoludur.”

Bu kez iki Bavyera’lı ve iki Tirol’lü güçlerini birleştirmiştir. Çok akıllıca bir travers ile rotayı basitleştirerek, bir önceki denemede üç günde alınan yolu, bir günde almayı başarırlar. İkinci gün hava bozar, günlerce süren ölüm kalım mücadelesi ve kurtarma çabalarına karşın, tırmanış bütün dağcıların ölümü ile biter. Bu olaydan sonra Bern yerel yönetimi Eigerwand’a tırmanış denemelerini yasa dışı ilan eder, bunun anlamı İsviçreli kurtarma ekiplerinin hiçbir şekilde Eigerwand’da kurtarma faaliyeti yapmayacağıdır.

1938’de yeni bir Alman Avusturyalı ekibi Eiger’i denemeye koyulur. Heckmair, Harrer, Kasparek ve Vörg’den oluşan ekip büyük tehlikeleri atlattıktan sonra ilk Eigerwand tırmanışını gerçekleştirmeyi başarırlar. Dağcılar ulusal kahraman ilan edilir ve Nazi bayrağı gururla dalgalandırılırken artık Alpler’de bir dönem bitmiş oluyor, ulusal mücadelelerin ekseni Himalaya devlerine kayıyordu.

Tartışmalı Dağ Kazaları

Dağcı arkadaşımız İskender Iğdır'ın Ağrı dağında geçirdiği kazadan sonra yazdığım ve Atlas'ta biraz kısalarak yayınlanan bir yazım.

Tarih boyunca dağcılık sporu içinde çeşitli yönleriyle tartışılan bir çok kaza olmuştur. Tartışmalar; kazanın nasıl olduğuna yönelik, varsa sorumlularının belirlenmesine yönelik, kazadan çıkarılabilecek etik, teknik vb derslere yönelik veya kaza sonrası yapılacak işlerde bir değerler kümesi oluşturmaya yönelik olabilir.

Dağcılık sporuna zaman zaman oluşan aşırı kamuoyu ilgisinin etkisiyle tartışmaların kitlesel medya araçlarına taştığı da sıkça görülmüştür. Ağrı kazasından sonra, kimi yozlaşmış denebilecek kitlesel medya araçlarında yazılıp çizilenlere bakarak, konunun sporun kendi medyasında tartışılması gerekliliğini ileri sürenler oldukça haklıdır şüphesiz. Ancak bu sırada, “konuyu kapama” adına kitlesel medyada kamuoyunu yanıltıcı açıklamalar yapılması kabul edilemez.

“Tartışma metodolojisi”, dağcıların üzerinde ayrıntılı olarak tartışmaları gereken bir kavram. Son yıllarda dağcılığın siber medyasında yaşanan tartışmaları izlemiş birisi olarak, ortalamanın çok üzerinde entellektüel birikime sahip olduğu düşünülen dağcıların soğukkanlı tartışma konusunda henüz yeterli birikime ulaşmadıklarını düşünüyorum. Öyle sanıyorum ki, Atlas dergisinin Nisan sayısı bu konuda çıtayı oldukça yukarılara taşıdı.

Matterhorn
Dağcılık tarihçilerinin sonradan Alpinizm’in Altın Çağı olarak adlandırdıkları dönem yaşanmaktadır. Çoğu, dönemin süper devleti İngiltere’den olmak üzere, parası ve boş vakti olan bir çok zengin, soylu, asker Alpler’in zirvelerine tırmanmakta ve dağcılık sporunun temellerini atmaktadır. Belli başlı tüm Alp zirvelerine tırmanılmış, geriye İsviçre-İtalya sınırındaki Matterhorn (4478 m) kalmıştır. Öte yandan bu zirvelerin fethinde İngilizlerin başı çekmesi, kıta Avrupasındaki milletlerin gururunu kırmaktadır. İtalyan politikacı Quintion Sella ‘kendi dağları’ olarak gördükleri Matterhorn için tanınmış rehber Jean Antoine Carrel’i görevlendirir. Öte yandan İngilizlerin tanınmış dağcısı Edward Whymper de bir çoğu Carrel ile birlikte olmak üzere tam yedi kez Matterhorn’a çıkmaya teşebbüs etmiş ancak başarılı olamamıştır.

1865’in Temmuz ayında Zermatt’a gelen Whymper, Carrel’e tekrar denemeyi önerir ancak denemesini gizli tutan Carrel bir bahane ile bu öneriyi savuşturur. Kısa bir süre sonra gizlice ortadan kaybolan Carrel’in niyetini öğrenen Whymper, henüz 18 yaşında olmakla birlikte dağcılık alanında kendisine bir şöhret yapmakta olan Lord Francis Douglas ile karşılaşır, Lord Douglas da kendisine rehberlik yapmakta olan Taugwalder ve oğlu ile Matterhorn’a tırmanmayı planlamaktadır. Whymper ve Douglas birlikte tırmanmaya karar verirler, hemen ardından Whymper’in favori rehberi Michel Croz çıkagelir. Croz dönemin en iyi dağcılarından biri olan Charles Hudson ile birliktedir ve onların da hedefi aynıdır, Whymper bu kuvvetli takımın zirvesini çalmasından ürkerse de Hudson da ona birleşmeyi önerir ancak yanına deneyimsiz arkadaşı 19 yaşındaki Douglas Hadow’u da almak istemektedir. Böylece garip bir ekip ortaya çıkar, çok deneyimliden çok deneyimsize çeşit çeşit dağcı biraraya gelmiştir.

Matterhorn gibi ciddi bir tırmanış için oldukça büyük bir ekiptir bu, üstelik iki ‘ünlü dağcı’ Whymper ve Hudson lider rolüne geçememektedir. İki rehber; Croz ve Taugwalder aynı dili bile konuşamamaktadır. Bütün bunlara karşılık ekip yarışmaya dönüşen bir tırmanışla zirveye ulaşmayı başarır. Zirveden, 400 m aşağıdaki Carrel’in ekibine el sallarlar, Carrel’in ekibi geri döner.

Hudson ve Whymper iniş düzeni için anlaşırlar, belinden birbirine bağlı olarak inecek dağcılar için büyük bir yanlışlık yapılır, inişte en önemsiz yer olan birinci sıraya en deneyimli Croz konur. Önde Croz, ardından Hadow, Hudson, Douglas, Baba Taugwalder, Whymper ve Oğul Taugwalder olmak üzere inişe geçilir. Bir ara, ekibin en zayıfı Hadow kayar, ne olduğunu bile anlamayan Croz’a çarpar, ikisi birden yuvarlanırlar, ikiliyi tutmaya çalışan Hudson ve Douglas da dengelerini kaybederek boşluğa doğru kayarlar, dört kişinin tüm ağırlığı yukarıda bir şekilde emniyet almaya çalışan diğer üçlüye binmiştir. Ancak ekip ne yazık ki aradaki bağı sağlayan ip çok zayıf bir iptir ve bu yükü taşıyamayarak kopar, dört dağcı boşluğa uçar.

Matterhorn kazası, çok tanınmış ve en iyiler arasında gösterilen kimselerin ölmesi nedeniyle İngiltere’de büyük bir sansasyon yaratır, dağcılık aleyhine kampanyalar yürütülmesine neden olur, kimileri Kraliçe Victoria’dan dağcılık sporunu yasaklamasını ister, The Times olan biteni “yanlış ve kabul edilemez” olarak niteler, Alpine Club çalkalanır, yetmezmiş gibi aynı yıl altı kişi daha Alpler’de hayatını kaybeder, Dağcılığın Altın Çağı bitmiştir.

1882’de üç İngiliz ve dört rehberin ölümüne neden olan bir dağ kazasından sonra, Kraliçe Victoria Başbakan Gladstone’un fikrini sorar; acaba Kraliçe dağcılık sporunun aleyhinde konuşmalı mıdır? Gladstone dağcılığın tehlikeleri olan bir spor olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılabilecek bir şey olmadığı konusunda Kraliçe’yi ikna eder.

Everest
1996 ilkbaharında, Everest’in güney yüzünde, dünyanın en yüksek noktasına ulaşmayı amaçlayan farklı niteliklerde bir çok ekspedisyon bulunmaktadır. 10 Mayıs günü Rob Hall ve Scott Fischer’in liderlik ettiği gruplar zirve denemesini yapmaktadır. Her iki grup da ticari tırmanış olarak organize edilmiştir, müşterilere rehberler ve Şerpalar eşlik etmektedir. İki ekipten toplam 18 kişi, ancak tümü de öğleden sonra 2 gibi oldukça geç bir saatte zirveye ulaşmıştır. Aynı saatlerde bir bulut denizinin dağa yaklaştığı görülür, saat 4 civarında dağın üst kısımları bulutla kaplanır. Rob Hall 4.30’da müşterisi Doug Hansen’in kötü durumda olduğunu ve yardım etmek için yanında kalacağını telsizle ana kampa bildirir. Fırtına bulutları dağın etrafını hızla çevirirken ana kamptakiler bu konuşma ile dehşete kapılır.

Saat 8’de 7925 m.deki IV. Kamp’a zirve yapanların çok azı dönebilmiştir. Geceyarısından sonra rehberler Mike Groom ve Neil Beidleman, iki müşteri ve iki şerpa ile tükenmiş durumda kampa inmeyi başarır. Groom ve Beidleman yukarıda beş kişinin beklediği yeri o gün oksijensiz olarak zirve yapmış olan Anatoli Boukreev’e tarif eder. Boukreev olanca yorgunluğuna rağmen geceyarısından sonra fırtınanın içine doğru tırmanışa geçer ancak kimseyi bulamaz, aşağı iner tekrar Groom ve Beidleman ile görüşür ve tekrar tırmanışa geçer. Bu kez üç müşteriyi bulur ve aşağıya indirir, geriye iki müşteri kalmıştır; Beck Weathers ve Yasuko Namba.

Sabah 4.45’de telsizden Rob Hall’un sesi duyulur, müşterisi Doug Hansen gitmiştir, Hansen ölene kadar yanından ayrılmayan Hall tüm gücünü tüketmiştir, sorar “biri beni almaya geliyor mu?” Hall ayrıca Andy Harris’i sorar, Harris de ortalarda yoktur. Öğlene doğru bilanço netleşir; Andy Harris kayıptır, Scott Fischer ve Makalu Gau son olarak yukarılarda bir yerlerde görülmüştür. Bu arada IV. Kampın yakınlarında Beck Weathers ve Yasuko Namba’nın hareketsiz yatan vücutları tespit edilir, bir doktor ve iki Şerpa gidip vücutları kardan çıkarır ancak geri dönüp hala nefes alıp vermekte olan iki dağcının öldüklerini rapor ederler.

Aşağı kamplardaki dağcılar da yukarıya yardıma gelmektedir. Rob Hall’u arama girişimi hızı saatte 100 kilometreyi bulan rüzgarların etkisiyle sonuçsuz kalır.

Hakkari'de Bir Hafta - Cilo

Ağustos 2002'de uzun yıllardır sivillerin ayak basamadığı Hakkari'deki Cilo dağlarına gitmiştik. Kanımca dünyanın en mükemmel kayak merkezlerinden biri olabilecek bu bölge anlatılmaz güzellikte bir coğrafya. Ekibimiz, Caferkule ve Reşko kuzey duvarı gibi önemli tırmanışlar gerçekleştirdi ve bu tırmanışlar Atlas dergisinde geniş olarak yayınlandı.

Ekibimiz..
Uğur Uluocak (dağcı, fotoğrafçı),
Bünyad Dinç (dağcı, fotoğrafçı),
Handan Türkeli (yazar, belgesel yönetmeni),
Ali İhsan Gökçen (doğa araştırmacısı ve fotoğrafçı),
Haldun Ülkenli (dağcı, ORDOS),
Türker Talayman (dağcı, İTÜDAK),
Alper Işın Duran (dağcı, İTÜDAK),
Serhan Gökçay (dağcı, İTÜDAK),
Ve ben Ahmet Köksal.

10 Ağustos Cumartesi sabahı Uğur, Handan, Ali İhsan ve ben Ankara aktarmalı Van uçağı için hava alanında buluştuk. Ankara’da Boeing 737’den inip daha küçük bir uçağa biniyoruz. Tıklım tıklım dolu uçakta TOBB heyeti var. Yaklaşık 11.30 gibi Van’a inmiştik. Bir önceki hafta Ağrı’ya tırmanmış olan Bünyad bizi hava alanında karşıladı.

Bir gün önce otobüsle İstanbul’dan yola çıkan üç arkadaşımız Türker, Alper ve Serhan’la temas kurdum. O sırada onlar da Van’a varmış, Ankara’dan gelen Haldun ile buluşmuşlardı. O grubun otobüs ile Hakkari’ye devam etmelerini kararlaştırdık, bizim daha Van’da alışveriş yapmamız gerekiyordu.

Yaklaşık 15.30 gibi kiraladığımız minibüs ve şoförümüz Mehmet ile Migros’tan hareket ettik. Yolda Gevaş kalesini ve Başkale ilçesini gördük. Başkale lüks arabalarla dolu tam bir kaçakçılık cenneti. Biz de yolda bir köyden kaçak mazot almak suretiyle kaçakçılık ekonomisine katkıda bulunduk. Hakkari’ye 200 kmlik yolu yaklaşık dört saatte aldık.

Hakkari’de il kayak temsilcisi, dağcı Halil Kurşun ile buluşuyoruz. Halil sıcakkanlı bir doğa dostu, bize arkadaşı İsmet ile birlikte yardımcı olacak ve rehberlik yapacaklar. Gece için bize otel ayarlanmış bile. Sümbül Dağı’nı gören mütevazi bir odayı Ali İhsan ile paylaşıyorum.

Hakkari’de futbol sahası dışında hiç bir düz alan yok. Dağın üzerine kurulmuş bir kent. Kente yaklaşırken Zap suyunun aşındırdığı olağanüstü bir vadiden geçiliyor. Yüzlerce ilginç kaya rotası var vadide ama muhtemelen bunların hiç birisi çıkılamayacak. Hazırlıkları devam eden bir baraj inşaatıyla şu andaki yol ve bu güzel kanyon sular altında kalacak.

Pazar kahvaltısının ardından yüklerimizi bir minibüse doldurup, Cilo dağlarının kalbine Mergan Zoma’ya (Mergan Yaylası) kadar giden yolu tutuyoruz. 15 yıldan beri, yöre halkı ve silahlı güçler dışında buraya ulaşan ilk grup biziz.

Haritalarda Hakkari Dağları olarak görünen bu silsile aslında Cilo dağlarıdır ve Cilo-Sat olarak iki bölgeye ayrılır. Biz Cilo bölgesindeyiz, Sat tarafına geçmek güvenlik nedenleri ile kesinlikle yasak. PKK eylem yapmıyor ama hala Sat’ta kampları var. İki bölgeyi birbirinden ayıran dağ geçitlerinin ise mayınlı olduğu söyleniyor. Kampımızdan bakınca bu dağ geçitlerini, özellikle en tanınmışı olan 3200 m yükseklikteki Der-i Cafer’i (Cafer Kapısı) rahatlıkla görebiliyoruz.

Mergan Zoma’nın irtifası 2450 m. Kampımız silsilenin en yüksek doruğu olan Reşko’nun buzuluna ve ardında yükselen kuzey duvarına bakıyor. Bulunduğumuz nokta yaklaşık beş kilometrelik devasa bir vadinin ortası. Vadiyi çevreleyen sırt sistemleri güney ve güneybatı yönlerinde iki büyük içbükey plato oluşturuyor. Güney yönündeki platoda Reşko buzulu ve tepesi (diğer isimleri Gelyaşin ve Uludoruk, 4100 m), güneybatı yönündeki platoda ise Suppadürek buzulu ve tepesi (büyük coğrafyacı Sırrı Erinç’in anısına Erinç tepesi adı verilmiş, 4050 m) bulunuyor. Bu iki platodaki buzulların ve zirvelerin görünümü kesinlikle bugüne kadar Türkiye’de gördüğüm en müthiş manzara.

Kürtçe ve Türkçe isimler karmaşası ile bölgede harita bulunmaması nedeniyle, Halil ve İsmet de tam olarak zirvelerin isimlerini bilmiyor ve birbirine karıştırıyorlar. Bizim getirdiğimiz haritaları ilgiyle inceliyorlar.

Cilo bölgesinin bir ilginç tarafı da 3000 m irtifaya kadar alpin çayırların ve çiçeklerin bulunması. Genellikle 2000 metreden sonra bitki görmemeye alışmış olan bizler için bu çok yeni bir manzara. Ali İhsan büyük bir dinamizm ile çiçek böcek fotoğrafı çekmeye dalıyor ve kısa bir süre sonra kocaman bir arı sokması ile hediyesini alıyor.

Mergan Zoma Jirki aşiretinin bir köyüne ait olan bir yayla. Jirki aşireti uzun yıllardan beri koruculuk yapıyor. Köyün önde geleni Şakir Adıyaman bizi karşılıyor, geldiğimiz için son derece memnun olduklarını söylüyor. Bir ara vadinin girişine yakın, ayrık duran taştan bir kuleyi gösteriyor. O kuleye daha önce bir kaç kez yabancıların çıktığını ve yıllar önce son çıkan dağcının, “Türkler buraya asla çıkamaz” dediğini aktarıyor. Bizden istediği eğer oraya çıkabilirsek bir fotoğrafını kendisine vermemiz.

Aslında Şakir’in merak etmesine hiç gerek yok. Bahsettiği yer Cafer Kule, daha 1965’de sonraları olağanüstü başarılı bir Himalaya dağcısı olacak olan Doug Scott tarafından çıkılmış. Bizim belli başlı hedeflerimizden biri de burası zaten.

Civarda bunlar dışında bir çok vadi sistemi, yayla ve buzul gölü var. Zaman içinde bunları keşfedeceğiz. Pazar öğleden sonra buzulun yanına kadar uzanan bir trekking yapıyoruz. Bir ara bir kayanın ardından Kalaşnikoflu bir adam çıkıveriyor. Bu ilk şaşkınlığımız, daha sonra korucu görmeye alışacağız. Aheste yürüyüşle birbuçuk saatlik bir mesafedeyiz Reşko buzuluna. Buzulun erimesiyle oluşmuş bir göl var dibinde, gölden çıkan küçük bir dere vadinin ortasından akıyor, yaklaşık 15 km boyunca başka bir çok su ile birleşerek Zap’a dökülüyor.

Pazartesi günü dağcı ekip bir antrenman tırmanışı yapmak amacıyla Reşko buzuluna girmeye karar veriyor. Aslında Suppadürek buzuluna daha yakınız ancak henüz aradaki sırtlardan dolayı orayı görebilmiş değiliz. Reşko buzulu ise tam gözümüzün önünde, arkasında yükselen meşhur kuzey duvarı da cabası. Bünyad daha önce, sonuncusu 1986’da olmak üzere, iki kez gelmiş buraya. Şimdilik dağcı olarak değil fotoğrafçı olarak çalışmayı yeğliyor, böylece yavaş yavaş Ağrı’nın da yorgunluğunu atmış olacak.

Altı kişi, iki iple buzula girip buzulu çıkıyoruz. Yaklaşık 3250 metrede buzul bitiyor ve duvarlar başlıyor. Uğur’un niyeti daha da gitmek ama benim için şimdilik o kadarı fazla. Üstelik biraz daha gidildiğinde artık zirve yapmak sözkonusu olacak ve bunun için de yukarılarda bir yerde gecelemek gerekecek ama yanımızda ocak ve uyku tulumu yok. Türker de benimle aynı görüşte, ekibin şansını arttırmak için yanımızdaki su, yiyecek ve diğer malzemeleri arkadaşlarımıza verip geri dönmeyi kararlaştırıyoruz.

Çok geçmeden diğer ekip de fikir değiştiriyor ve yanımıza iniyor. Artık buzulda oynama zamanı. Buzullarda küçüklü büyüklü kimi zaman da devasa çatlaklar olabilir. Çatlakların üzeri karla örtülü olabileceği için son derece tehlikeli tuzaklar hazırlayabilir dağcılara. Bu nedenle iple birbirimize bağlı olarak ilerliyoruz buzulun üzerinde.

Bulduğumuz en büyük çatlakta antrenman yapmaya karar veriyoruz. Buzdan duvarlara tırmanacağız, bu antrenmanın Türkiye’de yapılabileceği yer sayısı ikiyi üçü geçmez sanırım. Önce iple boşluğa sarkıyoruz ardından kazma ve krampon tekniğiyle buzdan duvarı tırmanıyoruz. İlk defa olarak bu tırmanışı yapıyorum, düşündüğümden daha kolay ve çok zevkli buluyorum.

Oyunumuz bitiyor, güneş ufka yaklaşıyor ama biz hala buzul üzerinde ve 3100 metredeyiz. Geldiğimiz rotadan daha farklı bir çarşak rotasından inmeye karar veriyoruz. Kötü kaderimin başlangıç noktası burası olacak. Çarşaktan iniş yaparken, gelirken seçtiğim botun tamamen yanlış olduğunu farkediyorum. Hafif fakat otomatik krampon takmaya uygun, bu yüzden de çok sert bir botum var. Buzulda, kramponlu anlarda çok memnundum ama çarşaktan inerken ayağımı şiddetle vuruyor.

Gece karanlığında, saat 9 gibi kampa varıyoruz. Ayaklarım çok kötü, biraz su içip stretch yaptıktan sonra yatıyorum. Birazdan kapıda Bünyad beliriyor, bana yemek getirmiş. Yemek ve sohbetle diriliyorum. Kalkıp mutfak olarak kullandığımız kayanın dibindeki diğer arkadaşların yanına gidiyorum, çay sohbeti yapıyoruz. Ali İhsan’ın aklı o günlerde beklenen meteor yağmurunda. Ali İhsan’la konuştukça doğa üzerine bilgisinin derinliğinden etkileniyorum.

Ertesi gün ayağım dolayısıyla kampta kalıp kitap okuyorum. Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor romanını. Halil kampımıza bekçilik yapmak üzere yeni bir arkadaşı, Abdullah’ı getiriyor. Abdullah da kendi arkadaşını yanında getirmiş, uzun menzilli suikast tüfeği olan Kanas’ını.

Bir kaya dibinde kitap okurken bölgedeki tek taciz olayıyla karşılaşıyorum. Altı yaşlarında iki velet yanıma yanaşıp “para ver para” diye bağrışıyorlar. Yüzümdeki ifadeden biraz ürkmüş olsalar gerek, uzaklaşıp tekrar bağırıyorlar “heey torist..” ve anlamadığım kürtçe laflar ettikten sonra çekip gidiyorlar.

Dağcı grup öğleden sonra Cafer Kule’yi inceleme gidiyor. Bu da yaklaşık 3000 metreye kadar pis bir çarşaktan üç saatlik yürüyüş demek. Dönüşleri geceye kalıyor, Türker çok muzdarip. En az on kez düştüğünü söylüyor. Ama haberler iyi, rotanın sanıldığı kadar uzun ve zor olmadığını söylüyor Alper. Üç ip boyunda tamamlanabilir bir rota, yani 150 metreden kısa.

Bu bilgilerle iyice tahrik oluyorum. Ayaklarım iyi değil ama ertesi gün oraya tırmanışa gidilecek ve ben de gruba katılma kararı alıyorum. Gece gökyüzündeki binlerce yıldızı ve kayan meteorları izlerken uyuyakalıyorum.

Ertesi sabah saat 5’te yola çıkıyoruz, yolun son kısmında botlarım zemini bir türlü tutmuyor ve güç bela kayanın dibine varıyorum. Bu arada yanımda İsmet var, son derece rahat adeta asfaltta yürüyor. Herhalde ayakkabılarımız arasında 20 kat fiyat farkı vardı ama ben arkama motor bile taksam bu dağlarda İsmet’e asla erişemem.

Uğur, Serhan ve Türker ilk ekip olarak kayaya giriyor. Cafer Kule’nin garip bir jeolojik yapısı var adeta çok kötü kaliteli bir beton gibi görünüyor. Son derece çürük duruyor. Nitekim tırmanış başladıktan hemen sonra tutulan ve basılan yerlerden taşlar inmeye başlıyor. Kulenin arkasındaki bir yamaçta konuşlanıp tırmanışı izliyorum. Tuhaf bir duygu, tırmanışçılarla aynı yükseklikte olup da film seyreder gibi seyretmek. İzlemek güzel de taşlar uçuştukça benim moralim ve isteğim kaybolmaya yüz tutuyor.

Haldun ve Alper’e “ben gelmeyeceğim” diyorum. Gerekçelerimin tümüne katılıyor Haldun yine de bir “ama..” bakışı var. “2000 kilometre yolu bunun için gelmedin mi?” demek istiyor sanırım. Benim de bir “ama..” cümlem var, o andaki psikolojime göre objektif tehlikeleri çok fazla buluyorum. İki kişi, üç kişiye göre çok daha hızlı ve tehlikesiz halledebilir. Bugün bu yazıyı yazarken, yedi sekiz dakikada çıkılabilecek 30 metrelik bir geçiş yüzünden tırmanışı yapmadığımın farkındayım ama hala bunun için üzülmüyorum.

Daha önce kitaplardan tanınan bir kuleyi bulup tırmanmak müthiş bir duygu ve ben kulenin üzerine çıkmasam da bu duyguyu paylaşıyorum. Onun yerine fotoğraf çekmek için arkadaki yamaçlara tırmanıyorum İsmet ile birlikte. Arka vadilere geçen küçük bir dağ geçidinde insan izlerine rastlıyoruz. İsmet bu izlerin kaçakçılara ait olduğunu tahmin ediyor. Özellikle Yüksekova kökenli kaçakçıların İran’dan eroini sırtlarında geçirdiklerini, dağ geçitlerinden gece karanlığında inip çıktıklarını ve gördükleri karaltıya ellerindeki Kalaşnikof ile her an ateş etmeye hazır olduklarını anlatıyor. İsmet bu dağların çocuğu, dağcı ve kayakçı ama kaçakçıların bu akıl almaz geçişleri onun için bile muamma.

Arkadaşların kule üzerindeki fotoğraflarını çekiyorum, bir ara objektif değiştirdiğimde hepsi birden gölgeye kaçıyorlar. Tekrar ortaya çıkmaları için bağırıyorum; “Uğuuur, Uğuuur...”. Gölgeden çıkmaya niyetleri yok anlaşılan çocuklardan birinin sesi geliyor “..tooplantıdaa..”.

Dönüşte Türker ile birlikte biraz erken yola çıkıyorum. Fazla yol alamadan hava kararıyor. Gece karanlığında berbat bir zeminde iki saat kadar düşe kalka ilerliyoruz. Kampa ulaşıp adrenalinim azaldığında kendimi birden çok yorgun hissediyorum, adeta çöküyorum. Ayaklarım perişan durumda, iki bardak çorba ve iki fincan çaydan sonra sıra bakıma geliyor. Yakındaki buzul deresinde ayaklarımı temizliyorum, soğuk şoku ile ağrılar kesiliyor. Botun vurduğu yerler açık yaraya dönüşmüş, sargı beziyle sarıyorum. Gece kendi kendime basit bir hesap ile artık sportif iddiamın kalmadığını kabul ediyorum, ya kampta yatmam gerekecek ya da dönmem. En iyisi dönmek galiba...

Ertesi sabah kararımı açıklıyorum, arkadaşlar fazla memnun olmasalar da hak veriyorlar. Kahvaltıdan sonra Ali İhsan ile birlikte nispeten daha sıcak bir dereye (5-6 C) gidip ciyak ciyak bağırarak yıkanıyoruz. Bir süre sonra diğer arkadaşların da katılımıyla ortalık hamama dönüyor.

Öğleden sonra yaylaya piknik için gelmiş olan bir minibüse binip Zap Karakolu’na iniyorum. Karakolda görev süresini tamamlamış bir astsubay ile birlikte Van’a geçiyorum. Van benim için büyük bir konfor ve bu maceranın sonu demek.

Saturday, November 24, 2007

Amsterdam


Atlas'ın Ekim 2007 sayısında yayınlanan Amsterdam yazım. En sevdiğim yerlerden biri. Fotoğrafta Munttoren görülüyor.
Gel de, “dünyayı tanrı yarattı, Hollanda’yı ise Hollandalılar” sözünü hatırlama. Sol tarafımda bir zamanlar deniz, Ij körfezi vardı, 300 yıl önce VOC şirketine bağlı dev ticaret gemileri beyaz yelkenleri rüzgarla, depoları da baharatla yüklü olarak azametle aşardı bu suları. Artık deniz yok, ama denize uzanan geometrik dev bir kanal var, üzerinde geometrik kazılmış limanları, üzerinde de yelkenli ve orta büyüklükte tekneleri ile.

Trenimiz yavaşlıyor, 19. yüzyıl sonunun endüstriyel mimarisini yansıtan tuğla, cam ve çelikten yapılmış tarihi bir binanın içine, Centraal Station’a girip duruyoruz. Tarihi tren istasyonlarının büyüleyici atmosferini ve kendine özgü kokusunu geride bırakarak dışarı çıkıyoruz.

İstasyonun önü kalabalık ve cıvıl cıvıl ama ilk kez gelenler için izlenim parlak değil. Amsterdam’ın geometrik merkezinde sayılırız. Sarışın beyaz tenli, abanoz karası, doğu Asyalı, kuzey Afrikalı, hülasa dünyanın her yerinden toplanmış gelmiş ve artık buralı olmuşların bisikletleri arasından geçip, tam karşımıza gelen ana caddeye, Damrak’a düşelim. Solda elmas pazarı Beurs Berlage veya sağda seks müzesi gibi ilgi çekebilecek yerleri saymazsak karaktersiz bir cadde, ki bir zamanlar cadde bile değil, bir nehirdi. Doldurularak caddeye dönüştü, eh burası Amsterdam, coğrafya karmaşık. Anlayabilmek için, turist kalabalığını yararak herşeyin başladığı noktaya “baraja” doğru gidelim.

Hollanda’daki şehir isimlerinin çoğunun, Amsterdam, Rotterdam gibi “dam” ile bittiğine dikkat ettiniz mi? Eğer adı “dam” ile biten bir şehirdeyseniz, bilin ki orada bir zamanlar bir akarsu varmış, suyun üzerine köprü işlevi gören bir set kurularak, nehrin iki yakası birleştirilerek şehrin tohumları atılmıştır. Hollanda ve akarsu mu dediniz? Bu ülkenin neredeyse tamamının Ren nehrinin deltası olduğunu bilirsek işimiz daha da kolaylaşır. Bir zamanlar kimsenin yerleşmek istemediği, sürekli su baskınları yaşanan, sisli, alçak topraklar.

Vakti zamanında geniş ama kısacık bir nehirdi Amstel. 1200’lerde etrafta yaşayan balıkçılar denize dökülmesine beş altıyüz metre kala Amstel’in üzerine bir set inşa edip, bir köy kurdular. Köyün adı da bu yüzden Amstelledamme oldu. Semantik olarak bu kadar uygun bir isim bulmak zordur, hele Amstel (aeme stelle) sözcüğünün eski dilde “suları bol arazi” anlamına geldiğini düşünürsek.

Bir zamanların Amstel nehri, şimdinin Damrak caddesi üzerindeki yürüyüşümüz uzun sürmeyecek, herşeyin başladığı noktaya, nehrin üzerindeki baraja, şimdiki Dam meydanına kolayca erişeceğiz. Bir zamanlar bu caddede teknelerin yüzdüğünü hayal etmek kolay değil. Ama biz yine de deneyelim, sözgelimi 1664 yılında orta yaşlı bir beyefendinin, Bay van Rijn’in küreklerini çektiği kayığa gidelim.

Bu beyefendinin derdi, Dam meydanında idam edilen bir genç kızın cesedi ile ilişkiliydi. 18 yaşındaki kimsesiz yoksul Elsje talihsiz bir olaya karışmış ve katil olarak tutuklanmıştı. Genç kız kaçma çabası içinde kendini Damrak’ın sularına bırakmış ama etraftaki gemiciler onu sudan çıkarmış, yargılanmış ve idam edilmişti. Cesedi, Ij körfezinde günlerce asılı kalmıştı. Bay Van Rijn ise genç kızın karakalem bir resmini çizme derdindeydi. Ne de olsa o, şehrin tanınmış ressamı Rembrandt van Rijn idi.

Nasıl İstanbul Sinan’ın, Barcelona Gaudi’nin şehri ise, Amsterdam da Rembrandt’ın şehridir. Amsterdam 17. yüzyılda en zengin ve en görkemli günlerini, Altın Çağ’ını yaşarken, olağanüstü yetenekli bir ressama sahip olma şansını yakalamıştı. O dönemde Jan Vermeer, Frans Hals gibi çok yetenekli bir çok Hollandalı ressam yetişmişti.

Biz yine Dam’a, yüzyıllardan beri, baştan bu yana kentin merkezi noktası olmuş meydana dönelim. Mimari olarak pek de çekici bir meydan olduğu söylenemez. 17. yüzyıldan kalma eski belediye binası, şimdiki Köninklijk Paleis ile Yeni Kilise (Niuwe Kerk) neredeyse birbirlerinin üzerine binmişler. Benim mimari olarak favorim, nehrin diğer yakasındaki Eski Kilise (Oude Kerk) zaten.

II. Dünya Savaşı’nın ölüm ve açlık kokulu tatsız anılarını yad eden, sütun biçimindeki Ulusal Anıt’a ve meydanda gösteriler yapan jonglörlere kısaca göz atıp, bu kalabalık meydandan uzaklaşalım. Alışveriş derdinde olanlar Kalverstraat’a girebilir, şehrin karakterini görmek isteyenler ise Dam meydanındaki Kraliçe’nin Sarayı olarak da adlandırılan eski belediye binasının yanından geçerek, biraz ileriye gracht denen büyük kanallara doğru yürüyecekler.

Amsterdam’da yapılabilecek en büyük hatalardan biri haritasız dolaşmaktır. Tarihi bölgenin planı bir yarım daire şeklinde, ve bu yarım dairenin içine doğru birbirine paralel kazılmış kanallar var. Normalde bir gracht boyunca yürüdüğünüzde dairesel bir hatta yürümüş oluyorsunuz ve başka yollardan on dakikada yürünebilecek bir mesafeyi aşmak için yarım saat gerekebiliyor.

16 ve 17. yüzyıllar Hollanda’nın ve Amsterdam’ın en ilginç dönemidir. Kuzey Avrupa’da yaygınlaşan protestanlığı baskılamak isteyen katolik İspanyollara karşı direnen kalvinist Orange hanedanının yürüttüğü seksen yıl savaşlarında (1568-1648) önce İspanyolları destekleyen Amsterdamlılar, 1578’de birdenbire taraf değiştirdiler. Alterasyon adı verilen bu dönüşümle, kentliler sadece taraf değil, aynı zamanda mezhep de değiştirdi ve katoliklikten vazgeçerek protestan oldu.

Bir yandan İspanyollarla çekişirken, bir yandan da ticaret gemilerini dünyanın dört bir tarafına gönderen denizci Hollandalılar 17. yüzyılda dünyanın her yerindeydiler. Sözgelimi, 1614-74 arasında bugünkü New York civarında Yeni Hollanda adlı bir bölge kurulmuştu. Bölge yöneticilerinden Peter Minuit, bugünkü Manhattan adasını Kızılderililerden 60 gulden karşılığı incik, boncuk ve olta karşılığında satın almıştı. O dönemde kurulan kolonilerden New Amsterdam günümüzde sessiz sakin bir yer, New Haarlem ise, bildiğimiz New York’un siyahi gettosu Harlem’e dönüştü.

Deniz ticareti Amsterdamlılar için, Altın Çağ olarak bilinen 17. yüzyılda görülmemiş bir zenginlik getirdi. Rakip Antwerp şehrinin ispanyol ablukası altında bunalarak çökmesi ile Amsterdam’ın nüfusu büyük bir hızla arttı. Yeni gelenler arasında bulunan Yahudiler kentin tüccar geleneğine daha da katkıda bulundular. Zenginliğin etkisiyle lüks ve gösteriş tutkusu, örneğin lale merakı çılgınlık düzeyine ulaştı. Ama öte yandan da, bazı kesimlerin yoksulluğu arttı. Bu dönemde kullanılan ticaret gemilerinden biri olan Amsterdam’ın bir kopyası Denizcilik Müzesi’nde sergilenmektedir.

Sayısı giderek artan zenginlere konaklar yapmak ve ambarlara mal taşımayı kolaylaştırmak için, 1614’de yapımına başlanan üç büyük kanal Herengracht (Centilmenler Kanalı), Keizersgracht (İmparator Kanalı) ve Prinsengracht (Prens Kanalı) halen şehrin en görülesi yerleridir. Bu kanallar üzerinde yapılmış tuğla cepheli ve hemen hepsi dört katlı konaklar, Amsterdam’a benzersiz bir mimari kalite ve karakter katar. Konakların yapımında ve süslenmesinde sayısız mimar ve ressam çalıştı, mimari ve resimde en üst düzeyde başarılı örnekler görüldü. Bu kanallar boyunca yürümek başlıbaşına bir keyif ve huzur kaynağıdır.

Standart bir kanal evi, dar cepheli, dört veya beş katlıdır. Basık tavanlı zemin katında servis mekanları, mutfak, hizmetliler için yerler bulunur. Ana giriş bir merdiven yardımıyla gelinen birinci kattadır. Bu kat, konuklar için karşılama mekanları ve salonları barındırır, yüksek tavanlı, gösterişli ve sanat eserleriyle süslüdür. İkinci kat ev sahiplerinin yatak odalarını, üst katlar ise hizmetlilerin yatak odalarını barındırır. Merdivenler Hollanda’nın her yerinde daima dar ve diktir. Bu merdivenlerden eşya çıkması mümkün olmadığı için, eşyalar cephede çatı hizasında rahatça görünen kancalar vasıtasıyla çekilirdi. Dahası eşya çekmeyi kolaylaştırmak için bazı binaların ön cepheleri hafifçe eğimlidir. Bu bölgede değil ama başka kanallarda kimisi illegal yüzlerce yüzen ev de görebiliriz.

Biz şimdilik Herengracht boyunca sola doğru yürüyelim. Şüphesiz o dönemin halinden memnun tüccar asilzadelerinden biri de burgomaster Andries de Graef idi. Herengracht kanalında, görkemli bir konağın sahibi olan de Graef, baharat ticaretinden sağladığı gelirle yaptırdığı konağın birinci katında yer alan yüksek tavanlı, tavanında çok değerli ahşap işlemeler bulunan salonunda keyif çatıyordu. Amsterdam çıkışlı gemiler dünya ticaretini elinde bulunduruyor, dünyanın dört bir tarafından baharat, ipekli kumaş getiriyor, Avrupa’ya satıyorlardı. Şüphesiz de Graef, üçyüzelli yıl sonra bugün 446 kapı numaralı konağını bir Türk bankasının, Yapı Kredi Nederland’ın kullanacağını tahmin edemezdi.

De Graef’in evine çok yakın iki meydanı görmeden Amsterdam’ı tanımış olamayız. İlk olarak Leidseplein’e uğrayalım. Küçük meydanın köşesinde, Sadık Yemni’nin Amsterdam’ın Gülü romanının açılış sahnesinin yaşandığı Grand Cafe var, kahramanımız dedektif Orhan’ı selamlayalım. Vakit denk gelmişse kafenin önündeki meydanda top cambazlığı yapan bir adam göreceksiniz. Her ne kadar vücudunun her yeriyle top sektiren bu ufak tefek adam arada bir “Mara-donaa” dese de, gerçek ismi Abdullah’tır ve Faslıdır.

Mutfak konusunda müşkülpesent biriyseniz, Leidseplein etrafında bolca bulunan yeme içme mekanları arasından İtalyan lokantalarını tercih ediniz. Girer girmez garsonların isimlerini sorun, örneğin adı Giuseppe olana Yusuf diye hitap edin. Muhtemelen türkçe cevap alacaksınız. Amsterdam’daki İtalyan lokantalarının çoğu Türkler tarafından işletilmektedir çünkü.

Rembrandtplein ise daha büyükçe ve çok canlı bir meydan. Sakin bir zamanında meydanın tadını çıkarın. Turistlerin bol olduğu günlerde yaklaşmamakta yarar var. Biraseverler, tarihi De Kroon’da mutlaka bir mola vermeli. Meydanda büyük ressamın dev bir heykeli ve en önemli tablosu Gece Nöbeti’nin heykellerle yapılmış üç boyutlu bir versiyonu bulunuyor. Bu tablo ve çok önemli başka yüzlerce tablo Rijksmuseum’da görülebilir.

Rembrandtplein dev ekranda Ajax maçı seyretmek için çok uygun bir yer, tabii forma giymiş ve çokça bira tüketmiş yüzlerce gencin arasında futbol izlemekten hoşlanıyorsanız. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine benzer bir rekabet, Hollanda’da Ajax Amsterdam ile Feyenoord Rotterdam arasında yaşanıyor. Taraftarlar arasında itiş kakış, kavga dövüş eksik olmuyor. Feyenoordlular, Ajaxlılara “Yahudi” diyerek, Ajax’ın özünde bir Yahudi takımı olduğunu vurguluyor ve kendilerince aşağılıyorlar.

Her ne kadar, Ajaxlılar bu görüşe şiddetle karşı çıksa da, Simon Kuper “Ajax, Hollandalılar ve Savaş” kitabında ilginç hikayeler anlatıyor. Meydanın bir sokak arkasındaki nehri geçip, artık var olmayan eski Yahudi mahallesi üzerine düşünmeden önce bu kitabı okumakta büyük yarar var. Amstel nehrinin son görkemli noktası burası, hemen ardından Rokin boyunca küçülecek ve Dam’dan hemen önce de kaybolacak.

Yahudiler Amsterdam’ın tarihinde hem açık, hem de gizli yahudi olarak önemli rol oynamışlardır. Katolik baskısından bunalarak, sözde hıristiyan olan çok sayıda yahudi tarih boyunca kentte yaşadığı gibi, Türkiye’de önemli etkiler yaratmış olan Sabetaycılık hareketinin bazı dalgalarının da Amsterdam’a vurduğu söylenir.

II. Dünya Savaşı’nda güçlü Almanya’ya direnemeyip kolayca teslim olmaları, Hollandalıların ulusal gururunu kolay tamir olmamacasına kırmıştır. Her ne kadar pek çok kahramanca direniş hikayesi anlatılsa da, işin gerçeği kimi Amsterdamlıların Nazilerle uyumlu bir savaş dönemi geçirdiğidir. Bu dönemde, kentin 80 bin kişilik Yahudi nüfusu önemli ölçüde azalmış, hiç mertebesine inmiştir. Rembrandtplein civarındaki zamanında Marlene Dietrich’in sahne aldığı görkemli Tuschinski tiyatrosunun sahibi Abraham Tuschinski de Nazi soykırımının kurbanları arasındaydı. Bu ürpertici anılar arasında en bilineni, gizli bir bölmede iki yıl boyunca ailesiyle birlikte saklanan kız çocuğu Anne Frank’ın öyküsüdür. Anne Frank ve ailesinin saklandığı ev şimdi bir müze haline getirilmiş durumda, gezilesi ve ibret alınası bu müzeye en kolay Dam meydanı üzerinden gidilebilir. Amsterdam’da bugün 15 bin kadar Yahudi yaşıyor.

Rokin caddesi üzerinden, Amstel nehrinin küçülüp yok olmasını takip ederek Dam meydanına dönelim. Hava kararmışsa artık ortam değişmiştir. Dört beş sene önce Afrika’daki iç savaşlardan kaçıp gelen kızlar, gece açıkta yatmamak için, erkeklerin otel odalarını paylaşmayı teklif ediyorlardı. Unutmadan, Dam meydanından gece geçerken, geceden daha karanlık görünen bir zenci yanaşıp usulca fısıldayabilir; “ekstasi, kokain?”. “No, thanks” de kesin çözümdür ama, kendi dilimizle “yok baba, sağol” demek daha keyifli olabilir. Bu soruyla birlikte Amsterdam’ın popüler kültürde bilinen yüzü olan uyuşturucu cennetiyle tanışmışsınız demektir. Dam meydanına pek de uzak olmayan coffee shoplar (kahve severler aldanmayınız) bu izlenimi daha da derinleştirecekse de, gerçekte bu izlenim alabildiğine yanlıştır. Amsterdam’da ağır uyuşturucular kesinlikle yasaktır, hafif uyuşturucuların kontrollü kullanımına ise polis göz yummaktadır. Sokakta bir şeyler satmayı teklif edenler ise, bu imajdan yararlanmayı hedefleyen zararsız dolandırıcılardır.

Artık akşam saati, biraz eğlenmenin sırası geldi diyenler için istikamet Kırmızı Fener Mahallesi. Burası aslında kentin en eski liman bölgesi ve bütün liman bölgelerinde sözgelimi Galata’da olduğu gibi, bolca alkol ve fuhuş hizmetinin tarih boyunca sunulduğu bir yer ola gelmiş. İngilizcesiyle Red Light isminin herkes tarafından kullanıldığı bu mahalle özellikle hafta sonu akşam saatlerinde müthiş kalabalıklar barındırıyor.

Buradaki binaların zemin katlarında çoğunlukla, barlar, coffe shoplar, kiralık odalar (kalacak yer arayanlar aldanmayınız), seks gösterileri düzenleyen mekanlar bulunuyor. Binaların üst katları ise kendi halinde ailelerin konutları olarak kullanılıyor. Artık polisin başarısı mı diyelim, yoksa mahallede yükselen kentin ilk önemli kilisesi Oude Kerk’in manevi etkisi mi diyelim ortam genelde son derece sakindir, elbette çevrede sarhoş İngiliz gruplar yoksa.

Afganistan savaşı sırasında, bütün dünya Afganistan ile yatıp kalkarken yolumu kesen kötü görünümlü bir İtalyan kızı zırva bir gerekçeyle sadaka istemiş, avucuna biraz bozukluk koyunca sevinmiş, nereli olduğumu sormuştu. “Afganistanlıyım” dedim, boş boş baktı önce ve omuzlarını silkti, hiç duymadığını söyledi. Amsterdam dünyanın geri kalan bölgeleri ile farklı frekansta olabiliyordu. Neyse ki Türkleri duymuştu, üstelik çok da cömert olduğumuzu söyledi.

Amsterdam pek taksiye binmeyi gerektiren bir kent değil, merkezi bir yerde konaklamak şartıyla neredeyse her yere yürünebilir. Yürüyüş sırasında kesin olarak bisiklet ve tramvay yollarına dikkat etmek gerekli. Olur da taksiye binerseniz, şoförlerin eğlence yeri önerilerine karşı seçici olmakta yarar var, taksi şoförleri müşteri götürdükleri yerlerden komisyon alırlar çünkü.

Amsterdamlılar şehirlerini bir tolerans abidesi olarak tanımlıyorlar. Gerçekten de farklı renklere, dinlere, dillere ve tercihlere karşı tolerans gösterme, anlayışla karşılama kültürü kentin genlerine sinmiş durumda. Eski sömürgelerden gelip vatandaşlığa geçmiş Asya ve Afrika kökenli Hollandalıların katkısı elbette gözardı edilemez ama bu tolerans noktasına çeşitli zorluk ve çalkantılardan sonra gelindiğini de bilmek gerekli.

1944 kışı Amsterdamlıların Açlık Kışı olarak tanımladığı bir dönem. Normandiya çıkarması yapılmış ama kent hala Alman işgali altında. İşgali kırmak için müttefiklerin kontrolu altında kalan bölgelerden kente gelen trenler durdurulmuş. Bugün günde 1400 tane gelen trenlerin bir tanesi bile girmiyor Centraal Station’a. Korkunç bir açlık ve soğuk yaşanıyor, binlerce insan açlıktan ölüyor.

Savaşın bitiminden sonra gençlerin ilgisi, yaşlı kuşağın beklentisinin aksine çalışmaya yönelik olmuyor, tam tersine eğlenceye ve cinselliğe yöneliyorlar. Ciddi bir kuşak çatışması başlıyor. Daha sonra gelişen gençlik çetelerinin ev işgalleri, hayatı kendi bildikleri gibi yaşama gayreti, Amsterdam’ı hippi akımının önemli merkezlerinden biri haline getirmişti.

Amsterdam hala dünyanın önde gelen finans ve ticaret merkezlerinden biri. Bir Hollanda kenti olduğu kadar, hatta daha da fazlasıyla bir dünya kenti. Sokaklarında her ırktan kaynaşmış insanları görmek, her dili duymak mümkün. Kurallara uyduğunuz takdirde, trafikten eğlenceye kadar gayet karmaşık bir ortak yaşamın nasıl başarıyla kurgulanacağının canlı örneği. Görkem, acı, utanç, sefahat, insana dair ne ararsanız tekmili birden Amsterdam’ın tuğla binaları ve kahverengi kanalları arasında size kendini gösterir.

Sunday, December 04, 2005

Bir Aladağlar Faaliyeti


2001 yılında Yapı Kredi Bankası'nda bir Arama-Kurtarma takımı kurmuştuk. Dostlarım, Murat Yıldırım ve Uğur Uluocak da takımın kuruluşuna ve eğitimlerine destek vermişlerdi. Bu takımla 2001 Haziran'ında yaptığımız Aladağlar faaliyetini anlatan aşağıdaki yazı Atlas dergisinde yayınlanmıştı.
Fotoğrafta Direktaş'ın duvarından çıkmış, zirveye doğru yürüyorum. Arkamda Murat Yıldırım var.

İstasyona şok vermeyiiin! Yukarılarda bir setin arkasından geliyordu Uğur'un sesi. Sözlerinin anlamı açıktı, içini rahatlatacak kadar güvenilir bir istasyon kuramamıştı. İpe tüm ağırlığımı vermeye hiç niyetim yoktu doğrusu ama öncünün hızla yükseldiği daracık bacanın içine sırtımdaki çanta ile giremeyince, sağdaki yüzden tırmanmam gerekmişti. Murat sol altımdaydı. Bir iki denemeden sonra tam aradığım hamleyi buldum diyordum ki ayağımı bastığım taş kopup aşağı yuvarlandı. Ben de peşinden... Önce ipin boşluğu, ardından esnemesi derken dört metre düşerek havada asılı kaldım.

Tırmanış ekibimizdeki üçüncü kişi olan Murat Yıldırım'ın kocaman açılmış gözlerini gördüm ilkin. Çok kısa bir an bana baktı ve hemen yukarıda ipin sürtündüğü bölgeye çevirdi bakışlarını. Normalde çok dayanıklı olan dağ iplerinin yük altındayken kaya kenarlarına sürtündüklerinde kolayca kesilebildiklerini hatırlamam benim bakışlarımı da aynı noktaya yöneltti.

Neyse ipe bir şey olmadı. Kademe kademe inen 300 metrelik bir boşlukta on milimetrelik ipin ucunda sallanma duygusunu tattım. Uğur'un yukarıda ne olur ne olmaz tedbirliliğiyle benim yükümün büyük kısmını kollarıyla çektiğini henüz bilmediğim için, körük gibi soluk alan ciğerlerime rağmen kısa bir rahatlama duygusuna bile kapıldım. `Hadi devam et ortak' dedi Murat.

Aladağlar geçişi, çalıştığım bankanın kurtarma takımının eğitiminin bir aşamasını oluşturuyordu. Dinlenme gününde biz üç eğitmen Direktaş'ın doğu girintisini (diyedral) tırmanmaya karar vermiştik. Dağcılıktaki iki ustam, iki dostum Uğur ve Murat ile birlikte tırmanma fikri benim için heyecan vericiydi. Bir parça geç saatte başlayan duvar tırmanışı akşamüstüne doğru 3 bin 510 metrelik zirveden aşağıdaki kampa neşe içinde haykırışımızla sona erdi. Direktaş'ta birkaç kez tırmanış yapmış bir ekip olmamıza rağmen inişteki çok kolay klasik rotayı bulamayarak karanlığa kaldık.

Rotaya girişimizdeki gecikmenin nedeni bir önceki günün yorgunluğuydu. İlk gün bütün gece süren bir otobüs yolculuğunun hemen ardından Demirkazık dağ evinden traktörle Sokulupınar Yaylası'na gelmiştik. Tamamına yakını böylesi bir dağ faaliyetine ilk kez katılan 35 kişilik ekibimiz için birkaç katır kiralayarak, öğleye doğru Karayalak Vadisi'nden Yedigöller'e uzun yürüyüşümüz başladı. Amacımız Aladağlar'a Niğde tarafından girip Yedigöller Platosu'na çıkmak, ardından Hacer Boğazı üzerinden Kayseri tarafına, Kapuzbaşı (Barazama) Şelaleleri'ne inmek, yani Aladağlar'ı batıdan doğuya geçmekti.

Aladağlar güneye, Aladağ ilçesine (Karsantı) doğru alçalarak kilometrelerce devam eden muhteşem vadi ve ormanları, saklı köyleri, tarihi kalıntıları ve madenleri kucaklayan çok büyük bir silsiledir. Bizim niyetlendiğimiz klasik Aladağlar geçişi, diğer adıyla Aladağlar transı ise 1800 ile 3 bin 700 metreler arasında değişen vadi ve zirvelerin bulunduğu kuzey bölgesinde gerçekleştiriliyor. Dağcılık faaliyetleri de bu bölgede yoğunlaşıyor. Karayalak-Hacer geçişi, `Trans Toros' adı altında yabancı turistler için de sık sık organize ediliyor.

Sokulupınar'da 1800 metre irtifadan başlayıp Demirkazık'ın görkemli güney yüzünü ve haziran sonunda hâlâ karlı olan Peck kulvarını inceleyerek devam etti yürüyüşümüz. Yolun ne denli uzun, dağlarda irtifa kazanmanın ne denli yorucu olduğunu henüz bilmeyen ekip üyeleri başlangıçta kuytu köşelerde buldukları karlarla kartopu oynayacak kadar neşeliydi. Kaya duvarındaki bitkilerden, güneşlenen yılanlara kadar her şeyle ilgiliydik.

Önden katırlarla giden küçük bir grup hariç, uzun bir kol halinde yürüdük. Akşama varmamız gereken Yedigöller Platosu, Aladağlar'ın uzun sırt sistemleri tarafından kapatılmış bir havzaydı. Ortalama yüksekliği 3 bin 100 metre civarında ve birçok irili ufaklı göl barındırıyordu. Burası jeolojisi, faunası ve iklimiyle gerçek anlamda dağ koşullarının yaşandığı bambaşka bir dünya. Haziran temmuz ayları Yedigöller için ilkbahar niteliğinde bir dönemdi.

Vadide irtifa kazandıkça sağımızda Eznevit-Karasay silsilesinin duvarları yükselirken ilk yorgunluk belirtileri de görülmeye başladı. Oysa daha çok yolumuz vardı. Tam 3 bin 300 metreye kadar çıkacak, ardından 3 bin 100'e inecektik. Yol üzerinde üç bin metredeki Çelikbuyduran pınarına kadar da su yoktu üstelik. Suyu, bunu hesaba katarak ölçülü tüketmek gerekiyordu.Ekipte vücudu kırgın olan bir iki arkadaşı özellikle kollamaya çalışıyordum. Derken kendi dramım başladı. Soda ikram edildi 2 bin 700 metre civarında. Geri çevirir miyim? İçerkenki iştah yerini kısa süre sonra akşama kadar sürecek bir mide rahatsızlığına bıraktı. O gün bundan sonrası benim için artık mide köpürmesiyle geçen çok tatsız bir yürüyüş oldu.

Güneş alçalırken ikinci bir grup daha kampın kurulmasına yardımcı olmak için arkadaki ekipten koptu. Kızılkaya ile Emler'in arasına girmeye başlayan yolda Çelikbuyduran'da suya ulaştık. Çeliği çatlatacak soğukluktaki suyla doldurduk mataralarımızı.Murat Yıldırım'ın en arkadan gelmesine güvenerek ortadaki grupla yola devam ettim. Tempomuzu bozmamaya ve nabzımızı artırmamaya çalışarak önce Emler-Kızılkaya boynuna ulaştık. Bir saat ötedeki kampa vardığımızda ise saat sekiz dolaylarındaydı. Kamp büyük ölçüde kurulmuştu. Bize ocakları yakıp arkadan gelecekler için yiyecek içecek üretme işi düştü. Kendimi iyi hissetmem için kamp yerine varmam gerekiyormuş.

Saat dokuzda en arkadan gelen sekiz kişilik grupla telsiz bağlantısı kuramamak hepimizi endişelendirdi. Küçük bir ihtimal de olsa yardıma ihtiyaçları vardı belki de. Uğur'la birlikte bir çantaya bolca kazak, ilkyardım malzemesi ve iki litre de sıcak çay koyup, ne olur ne olmaz düşüncesiyle yanımıza bir de katır alıp zifiri karanlıkta geriye doğru yürüyüşe başladık. Henüz sıcak bir şey içmediğimiz için çantadaki termoslar sık sık aklıma takılıyordu.

Karanlıkta en kestirme yolu bulmamızda katırın büyük yararı oldu. Yaklaşık bir saat sonra gruba eriştik. Herkes iyi durumdaydı ancak biraz üşümüşler. Kazaklar ve çay bunun da üstesinden kolayca geldi. Çaya ortak olmamak için içtiğim soğuk su etkisini gecikmeksizin göstererek içten içe bir üşümeye dönüştü. Dayanamayıp çayın son fincanına el koymak zorunda kaldım.

Yedigöller Platosu'nun doğusunda yaklaşık 400 metrelik geniş bir kule yükselir. İsmiyle müsemma bu tepe Direktaş'tır. Kampımız bunun hemen altındaki gölün yanında kuruluydu. Kafamızı kaldırdığımız anda Direktaş'ın tırmanmayı planladığımız kuzey yüzünü görebiliyorduk. Ertesi sabah uzun bir kahvaltıdan sonra yavaş yavaş hazırlıklarımızı tamamladık. Direktaş üzerinde Murat'ın üç, Uğur'un da bir duvar tırmanışı yapmışlığı var. Uğur'un tırmanışı çok ilginç. Serbest solo olarak adlandırabileceğimiz ip kullanmadan uygulanan bir teknikle, bir buçuk saatte çıkıvermiş koskoca kuzey yüzünü. Çok güçlü, deneyimli ve formda olmanın yanı sıra şanslı da olmak gerekir bu tip bir tırmanış için. Hiç kimseye tavsiye edilmez.

Kuzeyden vazgeçip Ömer Tüzel'in Aladağlar kitabında anlatılan diyedral, yani girinti köşe rotasının biraz daha uzun bir varyantını seçtik. Orta düzeyde ve oldukça zevkli bir rota, ancak çok taş düşüyor. Küçük setlerde biriken taş parçaları ipin hareketiyle sürekli aşağı yağıyor. Bir ara kafamı kaldırdığımda bir tane de gözlüğüme yedim. Küçüklerin yanı sıra, çok yukarılardan kopan büyük taşlar da var ve bunlar son derece tehlikeli. `Vursaydı kırardı' diyor Murat, vınlayarak kolumun yanından geçen bir tanesi için. Murat kim bilir kaçıncı duvar tırmanışında? Göbekli bir işadamı için son derece sakin. Taş kâbusum, bu kırar, şu kafayı kopartır hesaplarıyla geçen sekiz ip boyu tırmanış sonunda ancak sırta çıktıktan sonra sona erdi.

Zirvede ayrıcalıklı bir Yedigöller manzarası vardı. Sadece platoya değil, tüm Aladağlar'a hâkim, tüm zirveleri ortaya çıkaran bir nokta Direktaş'ın zirvesi. İnsanın aklı ister istemez uzaklara, buradan görülemeyen şehirlere takılıyor. Şehirler çok çok uzakta. İnsana gönül rahatlığıyla `ne iyi ettik de geldik' dedirten bir kaçış oldu bu.Karanlıkta güçbela aşağıya inip, üç `delikanlı' olarak duvardan topladığımız çiçekleri grubun kızlarına dağıttık. Çok susamış olsam da ilk fincanı içemedim. İçinde kanyaklı kahve var çünkü. Dağda alkole izin yoktur. Ama doğum günü için birer yuduma göz yumuyoruz. Çadır arkadaşlarımız çok acıktığımızı düşünüp tencereler dolusu yemek yapmışlar ama çok az yiyip bolca ıhlamurla yetinmemizden hayal kırıklığına uğradılar.

Ertesi sabah kampı toplayıp tekrar yola çıktık. Aladağlar'ın Kayseri-Adana tarafında üç büyük vadi bulunuyor: Kokorot ve Karagöl vadileri ve Hacer Boğazı. Yedigöller'den Hacer'e girmek hiç tırmanış gerektirmediğinden deneyimsiz ekipler için en mantıklı ve en kısa yol. Biz de bu yolu tuttuk. Yolun ilk bölümünde dönüp dönüp tırmanış rotamızı incelemek doğrusu bana gurur verdi.Uzun mu uzun çarşaklardan vadinin tabanına indikçe, iki tarafta duvarların görkemi katlanarak büyüyordu. Aşağılara yaklaştıkça artan sıcaklık bir süre sonra bunaltıcı hale geldi. Çok geçmeden bitki sınırına eriştik. Hacer'in insanı bambaşka bir dünyaya sokan ormanının içindeyiz artık. Aladağlar'ın genel kurak yapısına aykırı bir güzelliği var bu ormanın.

Murat küçük bir grupla birlikte önden hızlı hızlı gitti traktör çağırmak için. Arkadan daha rahat bir tempoda yürüsek bile ne çare ki hava hâlâ sıcak, su kaynağı hâlâ uzak ve saatler süren yolculuğun verdiği yorgunlukla gitgide daha sık mola vermeye başladık. Grubun en arkasından yürürken bir ara köpeğimiz Kara'nın ortalıkta olmadığını fark ettim. Zavallıcık, ne de olsa şehir köpeği ve tüyleri simsiyah olduğu için güneşin tüm harareti vücudunda toplanıyor. Günlerdir taşlı zeminlerde yürüme sonucu iki misli şişmiş patileri ve susuzluktan sarkmış dili ile bir süre sonra çıktı ortaya. Oysa kaç litre su içirdi Uğur ona yol boyunca! `Biraz daha dayan kızım, az kaldı.' Soğukpınar Yaylası'na ulaştıktan sonra traktörlerle Kapuzbaşı veya diğer adıyla Barazama Şelaleleri'ne inmeyi planladık. Hepimiz buz gibi şelale suyunu hayal etsek de o an bir bardak sıcak çaya bile razıydık. Ve birden ağaçların arasından adeta serap gibi iki arkadaşımız çıktı. Soğukpınar'a vardıktan sonra yanlarına su alıp bizi karşılamak için geri dönmüşler. Az sonra kamp yerine ulaştık.

Soğukpınar Aladağlar geçişinin bitiş noktası sayılır. Tur şirketlerinin daimi kampları bulunur burada. Yakın çevrede yükselen kaya duvarları ise değişik tırmanış olanakları sunuyor. Buraya kadar yol gelmesine rağmen Aladağlar'ın en bakir ve ıssız noktalarından birisi Soğukpınar. Yol belki de lafın gelişi kullanılan bir sözcük burada. Bardak bardak çaylar ve Yörüklerin gözlemesi neşemizi ve gücümüzü yerine getirdi. Kısa sürdü bu yüksek moral. Traktör yolculuğu sırasında şanssız bir kaza yaşadık. Römorkun yan tahtasının kırılması sonucu üç arkadaşımız aşağı yuvarlanıp sürüklenerek çeşitli yerlerinden yaralandılar. Onlar bizimle aynı fikirde olmasalar da zahmetli bir yolculuğu göze alarak hastaneye götürme kararı aldık. Barazama'dan eski bir steyşın vagon arabaya doluştuk. Gece karanlığında, dağlardan ve derin vadilerden geçen 50 kilometrelik yolu üç saatten fazla bir zamanda alıp Yahyalı'ya vardık.

Kimsede bir problem olmadığı anlaşıldıktan sonra geriye dönüp şelalelerin yanındaki kampa vardığımızda saat sabahın dördünü bulmuştu. Arkadaşlarımız uyumamış, bizi beklemişler. Çorba teklifini reddedip tuluma attım kendimi. Şelaleden uçarak havaya karışan su zerreciklerinin tatlı serinliği ve gökyüzündeki milyonlarca yıldızın eşliğinde uykuya dalarken aklımda bir tek soru vardı: `Neden herkesin tulumu maviyken benimki kırmızı?' Uyku beni girdabına o kadar hızlı çekti ki yanıtı ancak sabah uyandığımda verebildim. Tulumun içi dışına çıkmış. Yorgunluktan ters girmiş olabileceğimi akıl bile edememişim.

Sunday, November 06, 2005

İlk Everest Ekspedisyonları



Bu yazım Atlas Macera'da yayınlanmıştı. Fotoğraflarda George Mallory ve yıllar sonra bulunan cesedi görünüyor.



Tırmanışın yarı kör ve yorgunluktan bitmiş durumdaki lideri Edward Norton, kalan son gücünü kullanarak Mallory’nin kararını değiştirmeye çalışıyordu. Günlerdir insanların asla yaşayamayacakları ve o ana dek ayak basmadıkları yüksekliklerde, kar, rüzgar ve soğuk hava ile boğuşmuş, dünyanın en yüksek zirvesine erişmek için uğraşmışlardı. Zirveye sadece 250 m altından baktıktan sonra, 7000 metrenin üzerindeki kuzey geçidi kampına yoldaşı Somervell ile kendilerini dar atabilmişlerdi. Neyse ki üç arkadaşları buradaydı da ilk yardım ve bakımları yapılabilmişti.

Norton’un ikna etmeye çabaladığı George Mallory birkaç gün içinde bir zirve denemesi yapacaktı. Ancak yanına liderinin önerdiği gibi deneyimli ve sağlam arkadaşı Noel Odell’i değil, bir boğa kadar güçlü ancak çok daha genç ve deneyimsiz Andrew Irvine’i almayı kafasına koymuştu.

Mallory için zirve artık kişisel bir konu olmuştu. Everest konusunda ondan daha deneyimli kimse yoktu. Dört yıldan beri eşi ve üç çocuğunun yüzünü doğru dürüst göremeden, hiç sevmediği bir ülkede, sevgi-nefret ilişkisiyle bağlandığı bir dağa çıkmak için kendini paralamaktaydı. Neredeyse bütün uygar dünya onun adını Everest ile özdeşleştirdikten, yetmiyormuş gibi konferans turlarıyla bu izlenimi daha da pekiştirmişti. Hamisi ve idolü sevgili Winthrop Young’ın taktığı yenilmez şövalye Sir Galahad ismine nasıl layık olmanın, bu lanet labirentten çıkmanın tek yolu, birazcık inançla ve gayretle zirveye ulaşmaktı. Peki ama Odell’in canını dişine takacağı ne belliydi? Oysa Andrew ile aralarında büyük bir bağ vardı ve vazgeçmeden sonuna kadar gidebilirlerdi. Böylelikle, kendisi gibi Oxford mezunu entellektüel bir centilmene, sürüsüne bereket Şerpaların üçü beşi öldü diye hesap soran gazetecilere haddini bildirmiş olurdu.

*****

Himalayalar’ın keşfi ve ilk tırmanışlar İngiliz emperyal anlayışının, kendi toprakları olarak gördüğü coğrafyayı tanımak istemesiyle ortaya çıkmış; macera, kahramanlık, bilimsel araştırma, fethetme gibi alt amaçlarla güçlenmiştir.

19. yüzyılın ortalarında İngiliz Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun örgütlediği Hindistan Araştırması (India Survey) adı verilen büyük bir projeyle Avrupalılar için o tarihlere kadar bilinmez olan Asya’nın önemli bir bölümü tanınmaya çalışılmış, dünyanın belli başlı yüksek dağları bu dönemde keşfedilmişti. Dünyanın en yüksek dağı olduğu belirlenen Chomolongma’ya da, araştırmanın önemli yöneticilerinden ve Hindistan Coğrafya Kurumu başkanlığı da yapmış olan Sir George Everest’in adı konmuştu.

1865 Matterhorn tırmanışı ile birlikte Alpler’de belli başlı büyük zirvelerin tırmanılmış olmasına ve Himalayalar’ın henüz çok az da olsa tanınmaya başlamasına paralel olarak, yüzyıl sonuna doğru salt dağcılık amaçlı tırmanışlara da rastlanır Himalayalar’da. Bunların en bilineni, döneminin en başarılı dağcısı olarak görülen Albert Mummery’nin Nanga Parbat denemesidir (1895). Mummery, eşdeğeri ancak 75 yıl sonra, Messner ve Habeler tarafından Gasherbrum’da başarılabilen bu alpin stil sekizbinlik denemesinde hayatını kaybetmiştir

Himalayalar’da 20. yüzyılın başında Abruzzi dükü Luigi Amedeo, Tom Longstaff, Alexander Kellas gibi kimi zengin maceracı veya bilimadamlarının faal olduğunu görürüz. Longstaff’ın 1907’de tırmandığı Trisul zirvesi (7120 m) tırmanılan en yüksek zirve olma rekorunu 21 yıl korumuştur.

Aynı yıl Hindistan Valisi Lord Curzon Kangchenjunga veya Everest’e tırmanma fikrini ortaya atar. Alpine Club’ın zengin bir üyesi olan A.L. Mumm organizayonu ve masrafları üstlenir, bu tırmanış aynı zamanda kulübün 50. yılı şerefine yapılacaktır. Mumm kendisine Himalaya deneyimli iki önemli yardımcı seçer; Tom Longstaff ve Charles Bruce.

Mumm’ın son derece ilginç fikirleri vardır; madem yükseklerde oksijen azalmaktadır, o halde onlar da küçük oksijen şişeleri taşımalıdırlar. Bir dağcılık ekspedisyonunda oksijen şişeleri taşınması öylesine yabancı bir fikirdir ki, ekip üyeleri arasında bile bu konu bir tür şaka olarak kabul edilir. Ne çare ki, bu renkli grup Tibet’in içine girme izni alamaz, ekspedisyonun hedefi değişir ve çok daha önemsiz tırmanışlarla geçiştirilir.

Bu dönemin ilginç figürlerinden ve adı az bilinen gerçek öncülerinden biri Dr. Alexander Kellas’dır. Tıp öğrencilerine kimya öğreten tutkulu bir bilimadamı olduğu kadar, tutkulu bir dağcı olan Kellas yüksek irtifanın insan vücudu üzerindeki etkilerini araştırmaktadır. Kellas’ın 1911’de tırmandığı Pauhunri zirvesi, dünyada tırmanılmış dördüncü 7000’lik dağdır. Sonraki tırmanış denemelerinde kendi geliştirdiği ilkel oksijen aparatlarını kullanan Kellas’ın yüksek irtifa dağcılığına katkıları oksijen tüpleri ile sınırlı kalmaz. İlk yolculuğunda kullandığı İsviçreli rehberlerin performansından memnun kalmayan dağcı bilimadamı, dağlarda yaşayan ve yüksek irtifada çok hızlı ve güçlü olduğunu farkettiği yerli bir kavimden faydalanmayı düşünür. Bunlar, Nepal’in dağlık bir bölgesinde yaşayan Şerpalardır.

1920’ye doğru artık orta yaşa gelmekle birlikte deneyimine güvenen Kellas gizliden gizliye Tibet yönünden Everest’e bir deneme yapmayı istemektedir. Bu amaçla resmi bir İngiliz ekspedisyonu düzenlenmesi fikrinin ortaya atılması Kellas’ın planlarını rafa kaldırır.


1921 Everest Ekspedisyonu

Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Himalaya dağcılığı sadece tırmanış değil keşif amacını da taşıyordu. Himalayalar’la ilgili çok az şey biliniyordu ve bilinenler bilinmeyenleri görme arzusunu daha çok kamçılıyordu. 1920’lerdeki ilk Everest ekspedisyonlarının Alpine Club ile Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun ortak girişimi olması yeterli bir göstergedir sanırız.

Kraliyet Coğrafya Kurumu ekip lideri olarak Kellas’ı önerirse de, Alpine Club başkanı Farrar açıkça büyük bir haksızlık yaparak, Kellas’ın hiç dağa tırmanmadığını, yalnızca derin karda yüklü olarak yürüdüğünü söyleyerek onun liderliğine karşı çıkar. Dünyanın sayılı birkaç yüksek irtifa dağcısından biri olduğu halde, inanılmaz bir haksızlığa uğrayan zavallı Kellas ekibin sade bir üyesi olmaya razı olur. Bu sırada Everest’e tırmanmaya çalışırken hayatını kaybeden ilk insan olacağını düşünmüş müdür bilinmez.

Ortak Komite, ekspedisyona sade bir hedef gösterir; amaç Everest’e çıkmaktır, keşif ve bilimsel araştırma yönü ikinci planda gelmektedir. Amaç ortaya konmuştur ama ekibin ortaya konması o kadar kolay olmaz, Marcel Kurz, George ve Max Finch isimleri gündeme gelir ama çeşitli nedenlerle ekibe katılamazlar.

Sonunda iki yıllık bir plan yapılır. İlk yılda olası rotalar belirlenecektir ki bu konuda hemen hiçbir şey bilinmemektedir, ikinci yıl ise tırmanış yapılacaktır. Lider olarak General Charles Bruce düşünülür. Ancak Bruce’un resmi görevi onu bu ekspedisyondan mahrum eder. Sonunda ekspedisyonun liderliği, zengin bir gezgin olan Yarbay Charles Howard-Bury’ye verilir. Tırmanış ekibi ise Harold Raeburn liderliğinde Kellas, George Mallory, Guy Bullock ve bir doktordan oluşacak, ayrıca Hindistan Araştırması adına iki dağcı Morshead ve Wheeler de ekibe katılacaklardır.

Kellas’ın önerisiyle Şerpa ve Bhotia taşıyıcılar tutulur. Ekip, ordu katırlarıyla yola çıkar. Nepal Krallığı, topraklarında yabancıların bulunmasına izin vermediğinden Sikkim’in cangıllarından Tibet’e ulaşmak hedeflenmektedir. Ordu katırlarının işe yaramadığı kısa sürede anlaşılır. Onların yerine yaklar ve dağ katırları bulunur.

Yola çıkalı henüz iki hafta olmuştur ki, ekibin, gerek yüksek irtifa sorunlarını gerekse Everest’in olası rotalarını bilen tek elemanı Kellas kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder. Raeburn’un sağlık durumu da parlak değildir. Başka bir ölümle daha karşılaşmak istemeyen doktor, Raeburn’u geriye gönderir. Ekibin en deneyimli iki Himalaya dağcısı bir anda kaybedilmiştir.

Mallory tırmanış lideri olur. Zaten ekipte tırmanacak yalnızca o ve onun önerisiyle son anda ekibe katılan okul arkadaşı Bullock kalmıştır. Kimse onların Britanya’nın en iyi dağcıları olduğunu iddia edemez. Ortaya çıkışları ilk Everest ekspedisyonlarındaki yönetim zaafının bir göstergesidir.

Sonradan dağcılık tarihinin kült isimlerinden biri olan Mallory, aslında sınırlı bir dağcılık deneyimine sahiptir. Genç yaşta entelektüel dağcı Geoffrey Winthrop Young ile tanışan ve Alpler’de kimi önemli sayılabilecek tırmanışlar yapan Mallory çok güçlü ve hırslı olarak tanınmakla birlikte döneminin en iyi dağcıları arasında görülmüyordu, üstelik Himalayalar’da hiç tecrübesi yoktu. Buna karşılık Mallory ve Bullock keşif görevini gayet iyi başarırlar ve kuzey geçidine kadar yükselip kuzey sırtını olası bir zirve yolu olarak belirlerler.

Ekibin karşılaştığı neredeyse komik bulunabilecek türlü olaylara, Howard-Bury’nin kendisine yaptığı ilkel karanlık odada kullandığı kimyasallardan zehirlenmesi, Mallory’nin keşif tırmanışlarından birini fotoğraf plakalarını yanlış yerleştirdiği için tekrarlaması gibi büyük aksiliklere rağmen ekip amacına ulaşmıştır. Mallory, kuzey geçidinde yediği rüzgarın etkisinde kalmıştır, eğer giyim kuşamı daha düzgün olsa zirve yapma şansı olduğunu düşünmekten ve “bir dahaki sefere daha kalın kazaklar getirmeliyiz” demekten kendini alamaz.

1922 Everest Ekspedisyonu

Yedi ay aradan sonra İngiltere’ye dönen ekibin bulguları heyecan uyandırır. Sıra artık zirveye ulaşılmasına gelmiştir. Bu kez General Bruce liderliği üstlenir. Bruce ekibinde gerçek dağcılar istemektedir. Mallory ile birlikte, dönemin en iyi alpinisti olarak kabul edilen George Finch, bu kez tırmanıcı olarak gelen Morshead, Edward Norton ve Howard Somervell tırmanacaktır. General’in yeğeni Yüzbaşı Geoffrey Bruce ve fotoğrafçı Yüzbaşı John Noel görevli olarak katılmakla birlikte tırmanmak niyetindedir. Sirdar Gyaljen liderliğinde çok sayıda Şerpa ile takviye edilen bu güçlü ekipte teknik danışman kimliğiyle Longstaff da bulunmaktadır.

Everest ekspedisyonu kamuoyunda büyük yankı uyandırır. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin danışmanı fizyolog Prof. Dreyer, Everest Komite’sini mutlaka oksijen tüpü kullanmaları konusunda uyarır. Bu amaçla, Finch’in de bulunduğu bir alt komite kurulur ve geliştirilen oksijen aparatları basınç odalarında simülasyon yapılarak test edilir. Ekipteki tırmanıcılardan bazıları, ki başlarını Mallory çekmektedir, oksijen kullanımına etik, estetik ve teknik nedenlerden dolayı soğuk bakar. Aparat çok ağır, kullanışsız, hantal bulunmakta, dağ ve insan arasındaki ilişkiyi zedelediği düşünülmektedir. Başlangıçta kararsız olan Finch ise yapılan deneylerden etkilenir ve oksijenin mutlaka kullanılması gereğine inanır.

Mayıs ayının 21’inde 7600 metre kampından hareket eden ve oksijen kullanmayan dört dağcı Mallory, Somervell, Morshead ve Norton kuzey sırtını tırmanmaya koyulur. Bir süre sonra yorulan Morshead geri döner, diğer üçü 8170 metreye ulaşmayı başarır ve daha fazla ilerleyemeyerek dönme kararı alırlar. Ağır, yorucu ve acı veren bir iniş olur, bin bir zorlukla hayatta kalmayı başarırlar. Zirveye ulaşılamamış ama bir irtifa rekoru kırılmıştır.

Bu sırada diğer ekipte Finch, G. Bruce, Noel ve Gurkha Tejbir oksijen kullanarak çıkışa geçerler. 7800 metrede bir kamp kurulur, Noel buradan taşıyıcılarla birlikte geri döner. 27 Mayıs’ta Tejbir de geri döner, Finch ve Bruce devam ederek sırttan kuzey yüzüne girerler, geri dönmeden önce 8310 metreye ulaşarak yeni bir irtifa rekoru kırarlar.

7 Haziran’da Mallory kalabalık bir grupla yeni bir denemeye girişir. Ancak kısa bir süre sonra kopan bir çığ ile yedi Şerpa hayatını kaybeder. Bu kaza ekspedisyonun sonu olur, zirveye ulaşılamamıştır ama zamanın yükseklik rekorları kırılmıştır; en yüksekte oluşturulan kamplar, oksijenli ve oksijensiz ulaşılan en yüksek irtifalar...

1924 Everest Ekspedisyonu

Tibet hükümeti 1924 için yeni bir izin verir. Bir kez daha General Bruce’un liderlik yaptığı ekipte bu kez Mallory, Somervell, Norton, Geoffrey Bruce, Noel yine bulunmakta, ayrıca Bentley Beetham, J. De V. Hazard, Noel Odell ve güçlü fakat henüz dağcı bile denemeyecek kadar deneyimsiz, 22 yaşında bir genç olan Andrew Irvine yer almaktadır.

Önceki ekipten Finch bu kez yoktur. Kullandığı rota nedeniyle Everest Komitesi’yle tartışmış ve buna kızarak 1924 ekspedisyonuna katılmayı reddetmiştir. Mallory de ikirciklidir. 1922 kazasından kendisini sorumlu tutmaktadır. Üstelik kimi gazeteciler de aynı fikirdedir ve Mallory’yi açıkça eleştirmişlerdir. Huzursuzluğunu gizleyemediğinden olsa gerek General Bruce’un yardımcılığı Mallory’ye verilmez, bu görevi Norton üstlenir. Oysa hem önceki iki ekspedisyona birden katılmış, hem de konferans turlarıyla bütün ülkeyi dolaşarak kamuoyunda çok tanınan bir isim olmuştur.

Artık ekibin tek amacı zirvedir. Etik ve estetik değerler üzerinde fazlaca kafa yorulmadan tüm ekibin oksijen kullanması karara bağlanır.

Tırmanış planında kuzey geçidinden sonra üç ara kamp kurulması hedeflenmektedir ancak koşullar buna izin vermez. Yine de 8150 metreye bir çadır kurulabilir. 4 Haziran’da Norton ve Somervell kuzey yüzünden zirve denemesine girişir, bir süre sonra Somervell rahatsızlanarak devam edemez hale gelir, Norton kuzey yüzünü geçerek 8573 metreye ulaşırsa da gerek gözlerindeki problemden, gerekse zamanın ilerlemesinden sakınarak geri dönmeye karar verir, bu arada 30 yıl süre ile kırılamayan yeni bir irtifa rekoru kırmıştır.

Norton ve Somervell; biri yarı kör diğeri çok hasta ve yorgun olarak, karanlıkta kuzey geçidindeki kampa inmeyi başarırlar. Burada Mallory, Odell ve Irvine bulunmaktadır, ilk yardımları ve bakımları yapılır. Mallory burada yeni bir girişime, yanına genç ve tecrübesiz Irvine’i alarak zirveyi denemeye karar verir. İrtifa rekorunu bir daha kırılamayacak, ancak egale edilebilecek bir noktaya yükseltme kararlılığındadır. Geçici körlüğün etkisinde olan Norton bu denemeyi Irvine yerine Odell ile yapmaya ikna etmeye çalışırsa da sonuç alamaz, Mallory ekip liderini dinlemeyi kabul etmez.

Mallory ve Irvine 8 Haziran’da zirve denemesine koyulurlar, aynı gün Odell sondan bir önceki kampa tırmanır ve sislerin dağıldığı bir anda arkadaşlarını o anda olmaları gereken noktanın çok gerisinde kısa bir süre için görür. Bu, Mallory ve Irvine’in son görünüşüdür.

***

Mallory ve Irvine’in zirveye ulaşıp ulaşmadıkları uzun süre dağcılık tarihinin en büyük bilinmezlerinden biri olmuştur. Bundan birbuçuk yıl önce, yani ölümlerinden tam 75 yıl sonra, özel bir araştırma ekspedisyonu Mallory’nin cesedini buldu. Bulgular Mallory ve Irvine’in zirveye ulaşmış olmaları olasılığını çok azaltıyor. Mallory’nin cesedinin bulunmasının ardından konu ile ilgili üç kitap birden yayımlandı. Dağcılık tarihçileri Mallory ve Irvine’in zirve şansını tartışarak ince hesaplarla dolu çeşitli hipotezler ortaya koydular. Şu andaki bilgi düzeyimizle, zirve yapamadıklarını kabul etmek en akılcı seçenek gibi görülüyor, Mallory’nin 1924’de Everest’in zirvesine ulaşamadan hayatını kaybettiği anlaşılıyor, buna karşılık aynı adı taşıyan torunu George Leigh Mallory II 1995’te Everest’in zirvesine ulaşmayı başarmış ve bir anlamda ailenin yarım kalan işini tamamlamayı başarır.

George Leigh Mallory, İngiliz emperyal anlayışının bir temsilcisidir. Belki de bu yüzden niçin Everest’e tırmanmayı amaçladığını soranlara, sonraları altında çok keramet aranan ünlü yanıtını vermiştir; “çünkü, o orada”.

Dağcılık bir süre sonra ırkçılığa yakın ölçüde aşırı milliyetçi bir gösteri alanı olacaktır. Ancak bundan önce, üst sınıf mensubu bir romantik olan Mallory benzer bir süperinsan kültünden beslenmiş, İngiliz kahramanlığının temsilcisi olmak isterken hayatından olmuştur. Yanında kendisine hayran bir genci de sürükleyerek…

Himalaya Keşif ve Kaşifleri


Fotoğrafta Fransız alpinist Jean Christophe Lafaille bir Himalaya tırmanışı sırasında görülüyor.

Hima: kar
Alaya: ev
Himalaya: karın evi

Himalaya adında dağlık bir bölgenin varlığı, dış dünya tarafından Orta çağlardan beri, İpek Yolu ve diğer antik yollar ile 17. yüzyılda Tibet’e sızan cizvit misyonerler sayesinde biliniyordu. Buna karşılık uzunca bir süre ne araştırıldı ne de dağların ne denli yüksek olduğu konusunda fikir sahibi olundu.

Dünya’nın Himalaya ile ilk detaylı tanışması 1808 yılında Webb, Raper ve Hearsey’in yukarı Bhagirathi ve Alaknanda bölgesine yaptığı keşifle oldu. Webb’in Dhaulagiri’nin yüksekliğini ovada kurduğu dört ölçüm istasyonunda yararlanarak 8187 m olarak hesaplaması kendini bile şaşırttı. O ana dek dünyanın en yüksek dağlarının Andlar olduğu düşünülüyordu.

1817’de Gerard kardeşler Zaskar bölgesine bir keşif gezisi düzenlediler ve Leo Pargial’de 5880 m.ye ulaştılar. Dr. J.G. Gerard 6218 m olarak hesaplanan bilinmeyen bir zirveye tırmandı ve büyük olasılıkla dünyada o ana dek çıkılmış en yüksek noktaya ulaştı.

Adolphe ve Robert Schlagintweit, 1855’de Tibet’ten Garhwal’e geçerek Ibi Gamin dağlarıyla karşılaştılar ve 7756 m.lik Kamet zirvesine başarısız bir tırmanış denemesine giriştiler. Ulaştıkları 6800 m. uzun süre ulaşılan en yüksek irtifa olarak kaldı.

Her ne kadar Schlagintweit kardeşlerin amaçları bilimsel bir keşif gezisi düzenlemek idiyse de, kendileri aynı zamanda deneyimli dağcılardı ve girişimleri gerçek bir tırmanışın tüm unsurlarını taşıyordu. Temel amaç “zirveye ulaşmanın getireceği tatmin” idi, bu nedenle bu faaliyet Himalaya’daki ilk sportif tırmanış olarak da değerlendirilir. Sonraları bu dağın Kamet değil Abi Gamin (7335 m) olduğu ortaya konmuştur.

Schlagintweit kardeşlerin böylesi bir hata yapması şaşırtıcı görünebilir ancak her ne kadar İngiliz Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun büyük Hindistan Araştırması başlayalı epeyce olmuşsa da, o tarihte Himalaya’nın büyük kısmı haritalarda boşluk olarak gösterilmekte, ancak kulaktan kulağa gezginlerin anlatımları sayesinde bilgi edinmek mümkün olmakta idi. Öyle ki Karakurum ve Kun Lun sıradağlarının birbirinden bağımsız sıradağlar olduğu dahi ilk defa Schlagintweit kardeşler tarafından gösterilmişti. Sıradağların dahi birbirine karıştırıldığı bilgi düzeyinde, zirvelerin karıştırılmasını çok doğal karşılamak gerekir. Aynı nedenle Himalaya’da yapıldığı idia edilen bir çok ilk çıkış, daha sonraki dönemlerin kaşif ve dağcıları tarafından reddedilmiştir.

1846’da Hindistan Araştırması kapsamında Himalaya’nın eteklerinde trigonometrik ölçüm istasyonları kurulmaya başlandığında dünyanın en yüksek dağının burada olduğundan kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Nitekim 1852’de Everest (8848 m), 1858’de K2 (8611 m) keşfedildi.

Trigonometrik ölçümler Himalaya’nın dışından yapılmak zorunda idi çünkü bağımsız küçük Himalaya krallıkları sınırlarından içeriye yabancıları kabul etmiyordu. Maceracı bazı İngilizler bu durumu bir meydan okuma olarak kabul ederek yasak bölgeleri keşfetme çabasına giriştiler, ancak bir çoğunun sonu işkence veya ölüm oldu.

Bu çabalar arasında William Henry Johnson’ın 6400 m. yükseklikte kurduğu ölçüm istasyonu ve 6800 m.ye yaptığı tırmanışı özellikle saymak gerekir. Johnson daha sonra 1865’de Kun Lun’a bir yolculuk yapmayı başararak KCK’ndan bir altın saat ödülü almıştır.

Johnson bu yolculuğu sırasında Kun Lun’da üç zirveye tırmandığını iddia etmiştir. Bunlardan biri olan K5 (Muztagh) 7280 m.lik yüksekliğiyle o ana dek tırmanılan en yüksek dağ idi. Ancak daha sonra bu dağın Muztagh değil Zokputaran (6900 m) olduğu konusunda görüşler ileri sürülmüştür.

Alpinizm’in Altın Çağ’ının doruğa vardığı 1865 yılında, araştırmacılar ve yardımcıları, 6000 metrenin üzerinde 35 zirveye tırmanmışlar, bunun yanı sıra zirveye ulaşmayan başka pek çok tırmanışı gerçekleştirmişlerdi.

Hindistan Araştırması döneminin bir başka hatalı verisi de Shilla dağının 7025 m. olarak hesaplanmasıydı, döneminin irtifa rekoru olan bu yükseklik sonradan 6400 m. olarak düzeltildi.

1879’da Macar dağcı Maurice de Dèchy, rehber Andreas Maurer ile birlikte Sikkim’e geldi ancak malaryaya yakalanmasından sonra Himalaya’yı bırakıp Kafkasya’ya yöneldi.

Kısa bir süre sonra Sikkim araştırmasında görevli H.J. Harman Chomiomo’yu denedi ancak adamları kendisini izlemeyi reddettiği için girişimi yarıda kaldı. Bununla birlikte Dongkya La geçidinde açıkta geçirdiği bir gece önce donuklara daha sonra hastanede ölümüne yol açtı.

1883’de pür dağcılık amaçlı ilk adam William Woodman Graham geliyor. Ardından sanat tarihçisi, yazar ve Kutsal Kase’nin arayıcısı olan William Martin Conway (ilk gerçek tırmanış rehberinin yazarıdır). Conway’in yol gösterdiği Mummery, Eckenstein ve Bruce ardından gelir.

Mehmet Gülbiz’in Katli

Bir eğitim için Eskişehir'deydim. Televizyonu karıştırırken fotoğrafçı Mehmet Gülbiz'in katledildiğini öğrendim. Mehmet'le başka bir dostun İskender Iğdır'ın ölümünden sonra tanışmış ve ne yazık ki fazla vakit geçirememiştim. İzleyen günlerde gazetecilik adına türlü rezillikler yaşandı. Bu gelişmeleri çok iyi özetlediğini düşündüğüm, Mustafa Alp Bengi tarafından yazılmış bir yazıyı alıntılıyorum.

Mehmet Gülbiz’in ve gazeteciliğin katli

Mustafa Alp Bengi

Bir insan öldüğünde mahremiyeti ortadan kalkar mı? Özel hayatın gizliliği ilkesine uyma yükümlülüğünden “kurtulur” mu gazeteciler ve gazeteler ve televizyonlar?
Türkiye’de gazeteciler ve medya, özel hayatın mahremiyeti, kişi hakları, temel gazetecilik ilkeleri gibi düzenlemeleri ilk fırsatta kurtulunması gereken kısıtlamalar olarak görüyor. Leş kargaları gibi bekliyorlar ve o “fırsat” çıktığında üşüşüyorlar.
İranlı bir kız tarafından hunharca öldürülen fotoğrafçı Mehmet Gülbiz’le ilgili çıkan hikayeler tam da bu durumu yansıtıyor; özellikle Sabah’ın, Hürriyet’in ve Kanal D’nin meseleyi ele alış biçimi.
Başı çeken, tabii ki, muhbir mi, muhabir mi, yoksa başka bir şey mi olduğu belli olmayan Savaş Ay’dı. Savaş Ay, iki gün arka arkaya bu cinayetin hikayesini yazdı. Pazartesi günü (7.2.2005) Sabah’ın birinci sayfasından “Cinayeti yatak odasındaki fantezi kamerası çözdü” başlığıyla verilen haber müsveddesinde iki şey gözümüze sokuluyor.
Bu iki şeyden ilki, haber müsveddesinin neredeyse üçte birini oluşturan giriş bölümündeki polis “yalakalığı”. İkincisi de, cinayet haberiyle ilgisi olmayan, iki kişi arasındaki mahrem ilişki; müstehcenlik.
Polis yalakalığında, cinayetle ilgilisi olmayan “ayrıntılar” var: İstanbul emniyet müdürünün Beyoğlu emniyet müdürüne “En kısa zamanda bu işi aydınlatın” diye talimat vermesi (Vermese aydınlatmayacaklar mı yani, işleri bu değil mi?), sonra Beyoğlu emniyet müdürünün en güvendiği amirlerini toplayıp “Bu işi çözün” diye talimat vermesi...
Polisin başarısını tartacak değilim, işlerini yaptılar ve kızı yakaladılar. Savaş Ay’ın anlatmadığı ya da bilmediği, aslında ilgilenmediği bir şey: Mehmet Gülbiz’in arkadaşları o kadar fazla bilgi, hatta delil ve hatta neredeyse adres verdiler ki, polisin kızı yakalayamaması “başarı” olurdu.
Ama biz Savaş Ay’ın başarısına ve fantezilerine dönelim... Tamamen palavra olan şu “bilgileri” nasıl usta bir gazeteci, hatta bir edebiyatçı gibi süslemiş, okuru olayın geçtiği atmosfere sokmuş bir bakalım: “Aralarında kısa zamanda çılgın bir aşk başladı.” (...) Sonra “Acem ırkının bir timsali olabilecek düzeyde güzelliğe sahip” Parisa Hollandalı bir gençle (boşanmış, iki çocuklu birinden bahsediyoruz, ne kadar genç, bilmiyorum ben de) tanıştı ve “Mehmet’i terketti ve Hollandalı gencin yanına yerleşti. Mehmet bunu haber alınca çok üzüldü, öfkeden deliye döndü. Tüm ısrarlarına rağmen kendisiyle görüşmek istemeyen Farisa’ya (Savaş Ay ısrarla Farisa diyor, ama kızın adı Parisa) sonradan hayatının hatası olacak bir rest çekti: ‘Bana dön. Yoksa fotoğraflarını internet üzerinden bütün porno sitelerine dağıtırım...’”
Ancak Türk medya çöplüğünde iş bulabilecek olan gazeteci müsveddesi Savaş Ay, katil olduğunu itiraf eden birinin iddialarını gerçekmiş gibi yazabilecek gazetecilik tıynetinde biri.
Birincisi, Mehmet Gülbiz, Parisa’ya “çılgın bir aşk”la bağlı değildi. Gülbiz, zaten asla kıskanç biri değildi ve Parisa’yla arasında da öyle güçlü bir duygusal ilişki yoktu. Parisa, Gülbiz’e, Hollandalı adamla evleneceğini söylemişti. Gülbiz de, buna sevinmişti. Hatta, Gülbiz’in yakın arkadaşları Ayk Kökçü ile Mustafa Kalemci’nin de bundan haberi vardı ve bir keresinde Kalemci, Parisa’ya “Evleniyormuşsun, hepimiz çok sevindik, sonunda İran’dan kurtulacaksın” demişti. (Çünkü Parisa, İran’daki sosyal şartlarda yaşamaktan bıkmıştı. Hatta, Savaş Ay’ın yazdığı gibi İran Havayolları’yla değil, THY ile geliyordu Türkiye’ye ve uçağa biner binmez çarşafını atıyordu üstünden.)
Sabah gazetesi, Salı günü (8.2.2005) büyük bir gazetecilik etiği göstererek(!) iç sayfadaki yazılardan birinin spotuna “İranlı sevgilinin iddiasına göre...” diye bir ibare kondurmuş, başka hiçbir editoryal çaba sarfetmemiş. Nitekim, bu spotun altında Savaş Ay yine olayın “gerçeğini” ifşa etmeye devam ediyor. Tabii, yine yüklü dozda polis yalakalığıyla beraber. (Tekrar edeyim bari, polisin başarısının teslim edilmesine karşı değilim, ama kızın yakalanması, Savaş Ay’ın dediği gibi öyle büyük, hummalı bir çaba gerektirmiyor. Karmaşık bir olayla karşı karşıya değiliz. Polis işini yaptı, ama iş bitmedi; Parisa’nın bu cinayeti neden işlediğinin ortaya çıkarılması gerekiyor ve asıl zor olan da bu. Savaş Ay’ın her işinde olduğu gibi, sahte methiye düzmekten şelale olmuş salyaları, ister istemez polisin bu aşamaya kadarki çalışmasının normal, yapılması gereken ve hele usta polisler için zor olmayan bir iş olduğunun altını çizmeye itiyor beni. Savaş Ay’ın polislere bahşettiği iltifatlar, bana kalırsa, hakaret gibi. Şu düzeye bir bakın: “Çelik yeleklerle donanmış polis amirlerinden bir grup ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkarken bir başka TİM evin arka tarafında herhangi bir kaçma girişimine karşı önlem almıştı.” Savaş Ay’ın en yetenekli polis amirlerine bahşettiği zeka bu kadar işte: ses yapmamak için asansörü bile kullanmadan 4’üncü kata çıkmayı akıl etmek.
Hem Savaş Ay’ın düzeyini, hem de yine en yetenekli polislere layık gördüğü zeka düzeyini gösteren bir başka örnek de şu: “O sırada kapıdaki konuşmaları duyan kız zaten oraya gelmiş ve başına geleceği anladığından kül gibi olmuştu. Polis amiri (...) kıza tek soru sordu önce: ‘Mehmet’ten aldığın eşyalar burada mı?’ Bu çok önemli bir soruydu. ‘Öldürdün mü, vurdun mu, kaçtın mı’ şeklinde değil, doğrudan kayıp eşyalar soruluyordu. Kız anladı ki polis herşeyi biliyor.”)
Savaş Ay, Parisa’nın polislere “Ceza olarak kafamı mı keseceksiniz” diye sorduğunu yazıyor. “Genç kız işlediği cinayetin sonunda kendisine kafe kesme cezası verileceğini sanmaktaydı” diyor.
Ne zekice! Olsa olsa, Savaş Ay kızın böyle sandığını sanmakta. Savaş Ay’ın kendisinin de yazdığı gibi, Parisa gayet iyi eğitim almış, varlıklı bir ailenin, dünya görmüş kızı. Türkiye’ye ilk kez gelmiyor. Evet, tabii ki, Türk Ceza Kununu’nu hatmetmiş olmasını, hadi diyelim, idam cezasının bile kaldırılmış olduğunu bilmesini beklemiyorum, ama bu ülkede, başka birçok ülkedeki gibi kafa kesme cezası olmadığını bal gibi biliyordur. Bilmemesi imkansız. Ayrıca, Parisa’nın memleketi İran’da da kafa kesme cezası yok. Yani, aşina olduğu bir idam yöntemi bile değil bu.
Sabah Salı günü Savaş Ay’ın haber müsveddesini “Öldüren poz” başlığıyla bu sefer manşetten verdi. Gazetenin de, pek tabii ki, “gazetecisinden farklı olmadığını gösteren bir şekilde.
Parisa ile Gülbiz’in çıplak pozlarını yayınlamanın hangi gazetecilik ilkesiyle alakası var? Tabii, biliyorum şimdi editörlerin ne diyeceğini: “Kardeşim, cinayet nedeni bu pozlar; okura cinayet nedenini gösteriyorum.”
Nitekim, altbaşlıkta “Cinayet nedeni ise fantezi için birlikte çekilen çıplak pozlar” deniyor.
Gelgelelim, Savaş Ay’ın haber müsveddesinde, cinayet nedeninin “birlikte çekilen çıplak pozlar” olduğu söylenmiyor ki. Savaş Ay’ın aktardığına göre, Parisa ifadesinde, “Çıplak fotoğraflarımı internette yayınladı, İran’da ölüm emrimin çıkmasına neden olacaktı” diyor.
Parisa’nın fotoğraflarının internette yayınlandığı da doğru değil. Ayrıca, en azından bu olayla “yakından” ilgilenen gazetelerimizin ve gazetecilerimizin gösterdiği gazetecilik çabasını da ölçebileceğiniz bir şey daha: Mehmet’i, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiği için öldürdüğünü iddia eden Parisa’nın, Mehmet’le tanışmadan çok önce taa Ocak 2003’te internette yayınlanan çıplak fotoğrafları var. Hürriyet ve özellikle Savaş Ay ve canlandırmalarla Savaş Ay hikayesini yeniden üreten televizyonlar gazetecilik için asgari bir savaş verseydi bu bilgiye ulaşacaktı. Ama onlar olayın sebebinin, gerçeğin, haberin peşinde değil, ahlak düşkünlüğünden yararlanmanın, müstehcen olanı abartıp göze sokmanın ve buradan parsa toplamanın peşinde.
İkincisi, her cinayet nedenini ya da bir haberin her unsurunu bu şekilde pervasızca sergileyemezsiniz. Bunun ille de bir cinayet haberi olması gerekmiyor. İzmir, Urla’da Barbaros Çocuk Köyü’nde yaşanan tecavüz haberini vermek için de (elinizde varsa bile) tecavüz görüntülerini veya o çocukların görüntülerini yayınlayabilir misiniz?
Aynı şey, Hürriyet gazetesi (8.2.2005) için de geçerli. Savaş Ay gibi gazeteci müsveddesinden mahrum olma eksikliğini editoryal çabayla kapatmış onlar da. Sürmanşetten verdikleri “haber”in başlığı şu: “Cinayet kaseti bu sahneyle başlıyor.” Altta da Mehmet Gülbiz’le Parisa’nın çıplak fotoğrafı var.
Cinayet kasetinin hangi sahneyle başladığının cinayetle ne ilgisi var! Ne hakla bu fotoğrafı yayınlayabilirsiniz! Hürriyet gazetesi, tabii ki, Sabah’a fark atmış, bir dizi ayrıntıyı anlatmış. Trajik bir cinayet olayında faille maktulün cinsel ilişkilerinin ayrıntıları kimi ne ilgilendirir. “Ön sevişme”nin kaç dakika sürdüğü, sonra kaç dakika seviştikleri gibi ayrıntılar.
Sabah’la Hürriyetin yayınladığı Parisa’nın ifadelerinde farklar ve çelişkiler var; oraya girmiyorum, polisin, savcının işi o ve mahkemeyi göreceğiz...
Ama polise tekrar dönelim. Bu fotoğrafları polisten başkası vermedi Savaş Ay’a ve Hürriyet’e. Türkiye’de medya ilke milke tanımaz pek. Belkemiği yoktur. Artık biliyoruz, bütün kurumlarımız, toplumun bütün kesimleri aynı durumda: çürümüş. Medya neyse siyaset de o, spor da o, polis de o... Başka türlüsü mümkün değil zaten.
Hiç dalkavukluk yapmayalım, halk dediğimiz kitle de çürümüş; çürümese yaşayamazdı bu ortamda, bir şey yapardı, isyan ederdi, zaten bu kadar çürüme olamazdı ol zaman. Gazete okuru, televizyon seyircisi, okudukları ve seyrettikleri bu yayın organlarının da azdırmasıyla müstehcene teşne vaziyette. Olay ne olursa olsun, ne kadar trajik olursa olsun müstehcenin müşterisi var. Medya da bunu biliyor. Biri gazı veriyor, öbürü de o gazla mest...
Bu fotoğrafları ve aslında ifadeyi de medya çöplüğüne teslim eden polisle gazetecilerin işbirliği sayesinde Mehmet Gülbiz ölümü haketmiş, seks manyağı olarak bu okuyucu ve seyirci kütlesinin önüne atılmış oldu. Cevap veremeyecek bir haldeyken.
Ve Mehmet’i öldüren Parisa da, neredeyse mazlum, namusunu korumaya çalışan biri olup çıkıverdi. Parisa’yı sorgulayan polislerden biri, Gülbiz’in yakın arkadaşlarına “Bunca yıldır yüzlerce cinayet vakası gördüm, bu kadar soğukkanlı birine hiç rastlamadım” dedi. Parisa o kadar soğukkanlıydı ki, cinayeti işlediği gece Mehmet Gülbiz’in şifresiyle internete girip insanlarla sohbet etti.
Hatta, cinayetten bir gece sonra, Cumartesiyi Pazara bağlayan gece 02.24’te Mehmet Gülbiz’in en yakın arkadaşlarından Mustafa Kalemci’ye şu mesajı attı:
“hi dear
> sorry to interuppt you but i have a problem contacting mehmet
> he wanted to invite me this sat he told me that he will call me to
> meet for dinner but no response yet & he is not answering his sms &
> offlines !i didn;t do anything that he is angry with mecan u ask
> him what happened
> thanx”

(“Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama Mehmet’e ulaşamıyorum. Bu Cumartesi beni davet etmişti, akşam yemeği için beni arayacağını söylemişti, fakat hiç ses yok ve SMS’lerine ve mesaj hattına da cevap vermiyor. Onu kızdıracak hiçbir şey yapmadım. Ne olduğunu ona sorabilir misin?”)
Savaş Ay’ın “sanat fotoğrafçısı” olarak tanıttığı Mehmet Gülbiz, kendini uluslararası alanda kanıtlamış, (Türkler bilmese ve değer vermese de) bilinen, çalışkan, yetenekli, işinde sürekli arayış içinde olan bir fotoğrafçı, gazeteci, photojournalist’ti.
Bu gazeteciler, gazeteler ve televizyonlar sadece Mehmet Gülbiz’i ikince kez katletmekle kalmadılar, genellikle yaptıkları bir şeyi bir kere daha yapıp gazeteciliği de bir kere daha katlettiler.
Vahim olan, bu katliamın sadece gazetecileri ve Mehmet Gülbiz’i değil herkesi ilgilendirmesi, ama kimsenin oralı olmaması.

Aykut, Hişam ve Montgomery

Eylül 2002'de yazdığım bir yazı..

Geçtiğimiz hafta Sakaryaspor kafilesinin geçirdiği kaza ile, çocukluk kahramanlarımdan biri sessiz sedasız göçüp gidiverdi. Aykut Yiğit'i yıllarca futbolcu olarak izlemiş ve dönemine oranla olağanüstü futbol tekniği ve asistlerinin yanı sıra bir ara da golcü olarak alkışlamıştık. Klasik bir golcü olmamasına rağmen gol kralı olmayı bile başarmış, iyi bir insan ve iyi bir futbolcuydu. Kuzenlerimden biri onun gol kralı olduğu sene doğmuştu ve tahmin edin adı neydi? Evet Aykut. Sakaryalıların gözünde o hep Büyük Aykut oldu, çünkü bir de Küçük Aykut (Kocaman) vardı. Sakaryalı futbolseverlerin Oğuz Çetin ve Aykut Kocaman'dan önceki büyük sevgilisi aptalca bir trafik kazasında göçüp gitti. Bakalım sırada kim var?

***

Bazen insanların hayatında bir salisenin bile büyük önemi oluyor. Amerikalı atlet Tim Montgomery 100 m dünya rekorunu 9.78 ile kırıverdi (eski rekor 9.79 Maurice Green, 1999) ama o gün Paris'te yaşananlar çok daha enteresandı.

Grand Prix atletizm yarışmaları yaz sezonu boyunca yapılıyor ve atletler bu yarışlarda aldıkları derecelere göre puan alıyorlar. Sezon sonunda bütün branşlarda en yüksek puanı alan atlet Grand Prix'nin yani 100.000 USD'lik para ödülünün sahibi oluyor. Bunun dışında kazandığınız yarış başına da para alıyorsunuz. Örneğin Süreyya Ayhan için bu 15.000 USD iken, erkekler 100 m yarışmalarında yarış başına 50.000 USD olabiliyor. Dünya rekorunu kırar veya egale ederseniz ayrıca ödüller de var.

Her neyse, büyük para ödülü için iki aday vardı; Faslı Hişam El Guerruj (1500 m) ve Dominikli Felix Sanchez (400 m engelli). Her iki atlet de 92 puandaydı, yarışlarını kazanırlarsa 24 puan daha alacaklardı. Bu durumda da, rölatif olarak daha iyi derece yapan yani dünya rekoruna daha yakın koşan averajla ünvana ve ödüle kavuşacaktı. Yarışlar koşuldu, her iki atlet de beklendiği gibi kazandı ve Hişam averajla öne geçti. Hişam için günün kazancı 50.000 + 100.000= 150.000 USD gibi görünüyordu.

Ta ki Tim Montgomery piste çıkana kadar. Montgomery bu sene çok iyi bir sezon geçirmiş ve 74 puan toplamıştı ama en iyi derecesi 9.84 idi ve kendisi dahil hiç kimse bir dünya rekoru beklemiyordu. Kısa mesafe koşularında ve atlamalarda arkadan esen rüzgar ölçülür ve 2 m/sn üzerinde olursa rekor dereceleri rekor olarak kabul edilmez. Montgomery'nin şansı yanında olsa gerek tam da rüzgar hızı 2 m/sn iken yarış koşuldu. Sonuç 9.78 yeni bir dünya rekoru ve bakın neler oldu.

Yarışı kazandığı için bir 24 puan, dünya rekoru kırdığı için bir 18 puan daha ve toplamda 116 puan ile Hişam'ı yakalayıverdi Montgomery. Yakalamakla kalmadı ve rekor kırdığı için averajla üstüne de çıkıverdi. Tim Montgomery böylelikle yarışı kazandığı için 50.000 USD + dünya rekoru kırdığı için 100.000 USD + Grand Prix 100.000 USD olmak üzere 250.000 USD kazanmış oldu. Yalnızca bir salise daha yavaş koşmuş olsaydı ekstra puanı 9 olacaktı ve çok daha az bir ödül alacak 100.000 USD Hişam'a gidecekti. Sanırım şu aralar bir salisenin önemini dünyada en iyi bilen adam Faslı atlet Hişam ElGuerruj.

Şimdi kalkıp derseniz ki "ulan adamlar koşmuş kazanmış, rekor kırmış. sen de para hesabı yapıyorsun". Haklısınız buna da bir şey söyleyemem.

Saturday, November 05, 2005

Uğur Uluocak

Sevgili dostum, seçilmiş kardeşim Uğur Uluocak 2003 yılında Kırgızistan'daki Terskey Ala Too dağlarında geçirdiği bir kaza ile aramızdan ayrıldı. Bu yazı Takoz isimli dağcılık dergisinde yayınlanmıştı. Fotoğrafta Uğur, Dolomitler'de bir tırmanış sırasında görülüyor.

Hayatımın en güzel anılarından biri, Aladağlar’da bir gece zifiri karanlıkta Uğur Uluocak’la Yedigöller platosunu geçip kampa geç kalan arkadaşlarımızı arayıp bulmamız ve yanımızda getirdiğimiz giysi ve sıcak çayları paylaşmamızdır. O gece ve ertesi gün yaptığımız duvar tırmanışında Uğur’la arkadaş olmamın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünmüştüm sürekli olarak.

Şüphesiz Uğur’un dağcılığı üzerine çok kolayca söylenecek sözler var. Herşeyden önce, çok güçlü ve çok hızlıydı. Uğur’un benzersiz bir gücü ve Himalayalar’da bile övgüler alan bir hızı vardı. Kaya tırmanırken bile çok hızlıydı. Eski bir şampiyon kürekçi olduğundan kuvvette devamlılığı en üst düzeydeydi. Şehirde de sürekli olarak kürek antrenmanları yaparak bu yönünü formda tutuyordu.

Psikolojik hakimiyeti çok fazlaydı. Top rope ve lider tırmanışlarında aynı dereceyi tırmanabiliyordu. Spor tırmanışa ilgi göstermediği için en fazla kaç dereceyi tırmandığını bilemiyorum ama antrenman sırasında yapay duvarın tavanında adeta yürüdüğünü biliyorum. Uğur korkusuz ve kaygısız bir insan değildi ama kaygılarını kontrol altında tutma yeteneği çok yüksekti.

Tırmanış sırasında ekibindekileri çok iyi kontrol ederdi. Buna karşılık tırmanışa çok iyi konsantre olur, uyarılar haricinde fazla konuşmazdı. Bunun tek istisnası bir şeyler paylaşmak ve öğretmek istediği anlardı. Adrenalinin ve kalp atışlarının tavana vurduğu bir anda durup sakin sakin fotoğraf çeker, üstüne üstlük o anda kullandığı fotoğraf tekniğine ilişkin bilgi de verebilirdi. İlk uzun duvar tırmanışımı Uğur’la yaptığımda, yanımıza aldığımız 2 litre suyun tamamını bana içirmiş, kendisi bir iki yudumla yetinmişti. Ustalaşma yolundaki çok sayıda dağcı onunla tırmanarak güvenlerini arttırıp, bilgi ve deneyimlerini geliştirdi.

Çok yönlü bir tırmanıcıydı. Bu yönüyle onu Alex Lowe’a benzetirdim. Kaya, buz, miks ve yüksek irtifa demeksizin dağcılığı her yönüyle büyük bir başarıyla yapardı. Kaderin bir cilvesi, Alex ile aynı anda Shishapangma’nın farklı yüzlerindeydiler. Uğur’a bir soru listesi göndermiş ve onunla röportaj yapmasını istemiştim. Ancak karşılaşma olanağı bulamadan ve henüz dağın eteklerindeyken Alex Lowe çığ altında kaldı.

Uğur’un Cho Oyu’da yaptığı alpin solo tırmanışı Türk dağcılığında yapılmış en önemli iş olarak kabul ediyorum. Bu tırmanış gerçek alpin stilde; sabit hatsız, taşıyıcısız, tüm yükünü kendisi taşıyarak ve gerçek solo; rotada sağdan soldan vızır vızır geçen dağcılar yokken yapıldı. Tırmanışın son kısmında, mevsim sonu olması dolayısıyla bütün Cho Oyu kütlesi üzerinde bulunan tek dağcı Uğur idi. Tırmanışı gece yaptığı için zirve platosuna ulaştığı halde zirve noktasını bulamadı. Katmandu’dan ettiği telefonda ilk söylediği şey de bu oldu.

Dağcılığın mistifiye edilerek bulanık bir hale altında kahramanlık teması ile birlikte işlenmesinden hiç hoşlanmazdı. Elbette dağcılık tarihçisi kimliğiyle, süperinsan kültünün altında yatan Nazi destekli Münih Ekolü damgasını çok iyi biliyor, bundan sakınmaya çalışıyordu. Shisha ve Cho Oyu tırmanışlarından sonra havaalanında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “Türkiye’de bu işi benden daha iyi yapabilecek bir çok yetenekli genç sporcu var ama olanak bulamıyorlar” diyen bir anti kahramandı Uğur.

********
Uğur’un dağcılığını tarif edebilmek için esas olarak karakterinden ve yaşam felsefesinden yararlanmak gerekir. Uğur üstün zekalı, son derece akıllı, kararlı ve kendine güvenen bir insandı. Daha ortaokul öğrencisiyken okul arkadaşlarına ders vermeye başlayıp, kendi harçlığını kendi kazanmaya başlamıştı. Çok iyi okullarda okumasına rağmen, sürekli olarak üstün yetenekli yıldız öğrenci olarak parlamıştı.

Spora ilgisi küçük yaşlarda başlamıştı. İstanbul birincilikleri olan bir atlet ve Türkiye şampiyonu bir kürekçi olmayı başardı. Bir keresinde Kurbağalıdere’ye gömülüvermişti kürek antrenmanı yaparken. Bu istemsiz yüzme ona sarılık hastalığını ve Fenerbahçe kulübünün tekne için tazminat talebini birlikte getirdi.

Çok okuyan ve çok araştıran bir entellektüeldi. Uzun yıllar akademik yaşamda kalmış biri olarak, Uğur’un tanıdığım bir çok akademisyenden daha fazla araştırmaya zaman ayırdığını ve daha başarılı olduğunu biliyorum. Örneğin Atlas’ta yayınlanan Küresel Isınma makalesi İTÜ’lü akademisyenlerden büyük övgü toplamıştı. Fransızca ve İngilizce’yi çok iyi düzeyde biliyor, İtalyanca, İspanyolca ve Rusça konuşabiliyordu. Bu haliyle “more beer” demenin ötesinde yabancı dil konuşamayan dağcılarla farklı dünyaların insanı oluyordu ister istemez. Paris’e her gidişinde adeta FNAC mağazasını yağmalardı. Bir keresinde o, Paris’ten Chamonix’e geçmiş fazla bagaj ücreti ödememek için de tam 15 kilo kitabı bana bırakmıştı.

Uğur’un karakterinin iki temel bileşeni disiplin ve paylaşım idi. Çok çok disiplinliydi ve ekibindeki herkesin disiplinli davranmasını beklerdi. Bu insanüstü disiplini sayesinde kafasına koyduğu, başarmak istediği her alanda benzersiz bir gelişme çizgisi çizmiştir. Örneğin bir kaç sene içinde fotoğrafçılığını kimsenin inanamadığı bir hızla ilerletmişti. Atlas’ta ilk yayınlanan Demavend ve son yayınlanan Ala Arça fotoğrafları kıyaslandığında bu gelişme rahatlıkla izlenebilir.

Uğur’un büyük hayali, genç ve yetenekli dağcılardan bir yüksek irtifa takımı oluşturup Himalaya ekspedisyonları düzenlemekti. Benzer bir projeyi ORDOS çatısı altında organize etmeye çalıştığında, tuhaf tepkiler almış ORDOS’un adını kullanarak kişisel yarar sağlamaya çalışmakla suçlanmıştı. 1998 başında, İstanbul’dan kalkıp Ankara ORDOS lokalinde birlikte verdiğimiz dört saatlik bir dağcılık tarihi seminerinin arkasından bu konuyla ilgili olarak bir saat kadar sorgulanmıştı. Uğur bu olaydan sonra ORDOS’lu kimliğinden soğudu.

Aynı yıl, bütün olanakları kendisi sağladığı halde K2 tırmanışına üç kişilik bir ekiple gitmeyi yeğledi. Bu tırmanış sonrasında takım oluşturmak ve takım olarak davranmak konusunda Uğur’un çok daha katı ve seçici davrandığını söyleyebilirim.

ORDOS’la yapamadığı projeyi İTÜDAK ile de gerçekleştirmeye çalıştı. Neyse ki bu kez hiç kimse İTÜ’nün adından yararlanmaya çalıştığını söylemedi. Tersine, İTÜ gerek dağcılık kulübüyle, gerek akademik birimleriyle Uğur’u bağrına bastı. Cenaze töreni de, üniversite tarihinde akademisyen olmayan bir mezun için ilk kez, İTÜ’de düzenlendi.

Uğur’un İTÜDAK ile ilişkisi de bir tuhaftı. Kulübün baş eğitmeni ve tartışmasız Uğur Abi’si olmasına rağmen, başka yerlerde alışılageldiği üzere kulübün ne malzemelerinden ne de insan kaynaklarından (!) yararlandı. Tersine her fırsatta kulübe ufak tefek malzeme yardımları yapmaya çalıştı.